Hızırbey

Hızırbey Haber Portalı

16:30, 21 Aralık 2024 Cumartesi
NİYETİN KARIŞIKLIĞI
NİYETİN KARIŞIKLIĞI

NİYETİN KARIŞIKLIĞI

Nitekim Allah Teãlã buyurur' ki: «Müminler ancak Allah'a, Resulüne iman edip sonra şüpheye düşmeyenlerdir.» (Hucurat:15)


NİYETİN KARIŞIKLIĞI

Bil ki, niyet karışık olur. Eğer riyâ niyeti, yahut başka bir maksat, ibadet niyetine galip olursa cezaya sebep olur. Her iki taraf eşit olursa, ne cezaya sebep olur, ne de sevâba. Eğer riyâ, ibâdet tarafından zayıf olursa,amel sevapsız kalmaz.

Her ne kadar hadli ve eserler de: «Ortak koşan kimseye derler ki, bu ameli kimin için yaptıysan, git ondan sevâp iste denir.» denilmekte ise, bizce doğrusu, bundan murat iki taraf eşit olduğu zamandır ki, o zaman sevap olmaz ve sevap isteyince, ona, «Git sevabı ortak ettiğin kimseden iste denir.» Cezaya delalet eden hadislerden murad, sadece riyâ niyeti olması, yahut o niyetin galip olması halidir. Ama gerçek sebep taat ve ibâdet olup öbür taraf zayıf olursa, sevapsız kalması uygun değildir. Gerçi sevâp niyeti halis olan kimsenin mertebesinde olmaz. Biz bu gerçeği iki delil ile seçtik:

Birincisi: Bize kesin delillerle malûm olmuştur ki, cezanın manası, kalbin Allah'a lâyık olmaktan uzak olmasıdır. Ayrılık ateşiyle yanmasının sebebi de budur. Ve ibadet niyeti, saadet tohumu, dünya niyeti ve şekavet tohumudur. Bu iki niyete uymak, o tohumların gelişmesine yardım etmektir ki, onların biri onu Hak tarafından uzaklaştırır, diğeri de yaklaştırır. O iki niyet eşit olursa, asla sevap olmaz. İbâdet tarafına bir karış eğilimi fazla olursa o kadar sevâp kazanır ve yakınlığı ziyade öbür tarafa bir karış eğilimi fazla olursa, o kadar uzaklaşır. Eğer yarım karış bile olursa, yine durum böyledir.

İbâdet tarafına yarım karış meyli varsa, o kadar sevap ve yakınlık ve dünyaya o kadar meyliyle hüsran ve uzaklık hasıl olur. Tıpkı şu hasta gibidir ki, sıcak ve soğuk olan şeyleri eşit yerse, hararet ve serinliği eşit olur. Eğer soğuğu bir miktar fazla yerse, serinlik galip olur ve eğer sıcağı bir miktar artırırsa, hararet galip olur. Günah ve taatın, kalbin aydınlık ve karanlık olmasındaki tesiri, ilâçların, beden mizacındaki tesiri gibidir. Terazi akıl olursa, ağırlık ve noksanlıkta bir zerre kayıp olmaz. «Zerre kadar iyilik eden, iyiliğini bulur.» (Zilzâl:8) âyetinin mânası da budur. Ama korku ve ihtiyat yolu iyi niyetin kuvvetli olmalı ve sen kendini zayıf bilmelisin. O hâlde  selâmet, dünyevî gayelerin yolunu tamamıyla kapamaktadır.

İkinci delil: İcma ile sabittir ki, bir kimse hac yolunda ticaret yapsa, onun haccı zâyi olmaz. Gerçi sevabı da muhlislerin sevabı gibi olmaz. Zira onun esas gayesi hac olup ticaret ona tâbi olursa, onun sevabı batıl olmaz. Gerçi biraz noksan olur. Ve gene Allah için savaşan da böyledir; fakat savaşın iki cephesi vardır. Birinde zengin kafirler vardır ve burada ganimet malı fazla olur. Diğerinde ise fakir kafirler vardır. Eğer savaşan, zenginlerin cephesini seçerse, onun gazası tamamıyla boşa gitmesi imkansızdır. Çünkü insan ganimet bulup bulmamak arasını ayırt eder. Allah korusun, eğer sevap kazanmak için böyle ayrım yapmamak şart olsaydı, dünyada hiçbir amelin doğru olmayacağından korkulurdu. Bilhassa ders ve tasnif meclisi ve insanlarla ilgili şeyler böyledir. Zira bir kimse tamamıyla kendinden geçmeyince, bu ayrımdan kurtulamaz. Meselâ: Onun tasniflerini başkasına izâfe etseler, yahut sözlerini başkasına isnat etseler, bunu duymak istemese de duyduğu zaman üzülmeyen az bulunur.

Bil ki, sıdk ihlâsa yakındır ve yüksek bir derecedir. Sıdkın kemâline erişen sıddık olur. Allah Teâlâ Kuran-ı Kerîm'de sıddıkları överek buyurur ki: «Onlar Allah'a verdikleri ahde vefa eden kimselerdir.» (Ahzab :23) «Sıddıklara sıdıklarından sorulur.» (Ahzab :8). Resûlüllah'a kemâl nedir? diye sual ettiklerinde: «Doğru söyleyip amellerde sıdk üzere olmaktır,» buyurdu. O hâlde sıdkın mânasını öğrenmek mühimdir. Sıdk, altı şeyde doğru olmaktır. Altı şeyde tam anlamıyla doğru olan sıddık olur.

Birinci sıdk: Dilde olan sıdktır. Dilde olan sıdk, ne geçmiş şeylerden, ne şimdiki hâlden haber verirken ve ne de gelecekte verdiği sözde asla yalan söylememektir. Bundan önce anlatıldı ki, kalb dilden sıfat kazanır. Eğer dili doğru söylerse, kalbi doğru olur, eğri söylerse eğri olur. Dildeki sıdkın kemâli de iki şeyle olur: Birincisi, tãriz yapmamalı (yanlış anlamaya meydan vermemeli) yâni kendisi doğru söylerken, insanların gerçeğin aksini anlamalarına meydan verecek şekilde konuşmamalıdır. Ama eğer doğru söylemek iyi olmayan bir yer olursa, meselâ: Harpte, yahut erkek ile hanımının, yahut insanların arasını bulmak için ise olabilir. Bu yerlerde yalan söylemeye ruhsat vardır. Ancak bu yerlerde bile elinden geldiği kadar sarih yalan söylemeyip tãriz yapmak (kapalı konuşmak) daha iyidir. Allah için ve hayırlı bir iş için yalan söyleyen, kasd ve niyetinde samimi olursa sıddıklar derecesinden düşmez. İkincisi: Allah'a münacaat ederken, kendi nefsinden samimiyet istemelidir. Meselâ: «Yüzümü sana döndüm,» dediği zaman, kalbi dünyaya meylediyorsa, yalan söylemiş olur. Zira yüzünü Allah'a dönmemiş olur. «Ancak sana tapıyorum,» (En'am:79) dediği zaman, dünya ve şehvetlerin havasında olursa, istekler, şehvetler kendisine mağlûp değil, kendisi onlara mağlûp olursa, yalan söylemiş olur. Çünkü insan neye bağlı ise onun kuludur.

Resûlüllah: «Altın ve gümüş kulu helâk oldu,» hadîsinde dünyayı sevene altın ve gümüş kulu buyurmuştur.  O halde dünyadan kesilmeyen Allah'a kul olmaz. Allah'a kul olunca da dünyadan azât olur. Bu azatlığın ve hürriyetin tamamı, insanlardan azât olduğu gibi kendinden de azât olmalıdır. Şöyle ki kendisinde hiç irâde kalmamalı belki Allah'ın rızasından başka bir şey dilememelidir.  Allah kendisine ne yaparsa, rıza göstermelidir. Bu mertebe tam sıdk mertebesidir. Kullukta bu mertebeye kavuşmayan kimseye sıddîk değil, hattâ ona sadık bile demek doğru değildir.

İkinci sıdk: Niyette olan sıdktır. ibâdet, Allah Teâlâ 'ya yaklaşmaktan başka bir gaye ile yapılmazsa, ona başka bir şey karışmazsa ihlâs olur. İhlâsa da sıdk denir. Kalbinde Allah'a yaklaşmaktan başka düşüncesi olan kimse insanlara gösterdiği ibâdette yalancı olur.

Üçüncü sıdk: Azimde olan sıdktır. Meselâ: öyle azmeder (düşünür) ki, eğer kendini bir vilâyete vali yapsalardı, adaletle hüküm edecekti. Eğer malı olsa sadaka verecekti. Valiliğe yahut tedrisat meclisine kendisinden daha layık birisi çıksa ona teslim edecekti. Bu azim bazen kuvvetli ve bazen de zayıf ve tereddütlü olur. Kuvvetli ve tereddütsüz olana azim sıdkı denir.

Nitekim doktorlar, «Bu iştah yalancıdır, yâni temeli yoktur ve bu iştah doğrudur, yâni aslı ve temeli vardır ve kuvvetlidir,» diyorlar. Sıddîk kalbinde hayırlara azmi daima kuvvetli olan kimsedir. Nitekim Ömer (r.a.) der ki: «Hz. Ebû Bekir'in içinde bulunduğu kavme emir olmaktansa, boynumun vurulmasını daha çok severim.» Zira Hz. Ömer bu hususta kendisinde kuvvetli azim bulmuştu. Bazı kimseler, kendilerinin öldürülmesiyle, Hz. Ebû Bekir'in öldürülmesi arasında bir seçim yapsalar, kendi hayatlarını seçerler. O hâlde bu kimselere, Ebû Bekir üzerine emir olmaya ölümünü tercih eden kimse arasında büyük fark vardır.

Dördüncü sıdk: Azme vefa kılmaktır. Çünkü azmi kuvvetli olan savaşta canını verebilir. Kendisinden daha yetkili olunca görevi ona teslim edebilir. Nitekim ahde vefa edenler hakkında «Allah 'a verdikleri ahde vefa gösteren kimseler...» (Ahzab:23) buyuruldu.  Mallarını feda etmeye azmedip, de etmeyenler hakkında ise: «Bazı kimseler, Allah'ın ihsanı olursa doğru yolda dağıtmaya ahdettiler.  Allah fazlından onlara verince, ahdlerine vefa etmeyip bahilik ve cimrilik  göstererek yalancılardan oldular,» (Tevbe:75) buyurulur. Ta «Yalanlamaları sebebiyle,» ayetine kadar. Demek ki, Allah Teãlã, ahdlerinden caydıkları için onlara yalancı buyurdu.

Beşinci sıdk: Zahidde gösterdiği kalbi de bir sıfat alır. Mesela: Bir kimse yavaş yürürse ve kalbinde o vekar olmazsa, 0 kimse yalancı olur. Bu Sıdk, kalbin Zahirden daha güzel olduğu, yahut ikisinin de eşit olduğu zaman olabilir.Resûlüllah buyurdu ki: «Kalbimi dışımdan daha güzel eyle ve dışımı da güzel eyle,» Bu sıfat üzere olamayanın gayesi riya olmasa da, zahirinin, kalbine delalet etmesi hususunda yalancı olur ve sıdk mertebesinden düşer.

Altıncı sıdk: Din makamlarında dinin hakikatini kendinden istemeli,  zühd, muhabbet, tevekkül, havf, reca, şevk ve rıza gibi zahiri delillerle kanaat etmemelidir. Zira bunlardan tamamen uzak hiçbir Mümin yoktur. Fakat bu hallerin az bulunduğu kimse zayıf olur. Bu hallerin  kuvvetlice bulunduğu kimseye «sadık» denir.

Nitekim Allah Teãlã buyurur' ki: «Müminler ancak Allah'a, Resulüne iman edip sonra şüpheye düşmeyenlerdir.» (Hucurat:15) Ta «Onlar sadıklardır,» ayetine kadar. Demek Allah Teãlã imanı tam olana «Sadık,» buyurdu. Bu, şuna benzer ki, bir kimse şeyden korksa, onun korkmasının işareti korkudan titremesi, renginin sararması ve yemekten, içmekten kesilip kararsız olmasıdır.  Bir kimse bu şekilde Allah'tan  korkarsa, O kimsenin korkusu doğrudur. Ama eğer günahtan korkarım deyip de o günahı bırakmazsa, ona yalancı denir. Bütün makamlarda böyle çok değişiklikler vardır. O halde bu altı hususta doğru olan kimse, sıdkta, en üstün derecede olduğu için ona Sıddık denir. Bunların yalnız bir kısmında sadık (doğru) sıddık denmez,  fakat onun derecesi sıdkının  miktarına göre olur.