Hazret (k.s) bu sohbetinde Namaz’ın Öneminden bahsettiler:
Namaz Allah’u Teâlâ’ya (c.c) münacattır. Yani Allah’u Teâlâ (c.c) ile konuşmaktır. Allah’u Teâlâ (c.c) ile münacat etmeyen Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ümmeti değildir. Namazınızı bırakmayın. Gençken yapılan ibadet değerlidir. Gençliğinizin kıymetini bilin.
Tövbe etmek önemli değil, asıl ettiğin tövbeyi tutmak, önemlidir. Allah’u Teâlâ’nın (c.c) istediği gibi yaşamak önemli. Tövbenin manası işlenilen günahlara geri dönmemektir. Duaların kabul olmamasının sebebi tövbenin samimiyetsizliğindendir. Tövbeyi Nasuh tövbesi gibi etmeliyiz. Nasuh tövbesi günahlara geri dönmemek demektir.
Nasıl ki bir insan çocuğuna kabahatinden dolayı tokat atar veya sinirli anında camı kırar, ortalığı dağıtır işte ondan sonraki nasıl ki yaptığından pişman olur, o pişmanlıktaki gibi tövbe ederken de kalb sızlamalıdır, acımalıdır. İçten tövbe edip günahlara dalmamalıdır. Tövbeyi kalbten etmek gerekir ve yapılan tövbeler Nasuh tövbesi olsun diye buyurdular.
Hazret (k.s) bu sohbetinde Namaz’ın öneminden ve Üstadından bahsettiler:
Namazlarınıza dikkat edin, hiç bir şey mani olmasın. İş yerlerinizde, namazlarınızı geç vakte, son vakte bırakmayın. Gece geç yatıp, sabah namazlarınıza kalkmamazlık yapmayın.
Abdulhakîm El-Hüseyin-i (k.s) Hazretlerinin yanındayken bir dostu ziyarete geldi. O şahsa kendisi sevgi gösteriyordu. Ve kendi oturduğu mindere oturtuyordu, her gelişinde böyle yapıyordu. O şahsı çok seviyordu. Bizde o kişiyi, üstadımız sevdiği için seviyorduk. O şahsın mesleği dişçiydi, namazlarını hep geç vakte bırakıyordu. Meselâ; öğle namazını ikindiye yakın kılıyordu. Biz o şahsı devamlı ikaz ettiğimiz halde yine de ihmal ediyordu, geç kılıyordu. Hazret (k.s), O şahsın durumunu üstada şikâyet ettiğini söyledi ve üstat da “ya öğle mi, ben böyle bilmiyordum, Allah, Allah” diyerek hayretini beyan etti. “Ben bu durumu kendisiyle görüşürüm” dedi. Üzgün ve kızgın göründü. Bu şikâyetten sonra o dişçi hâlâ tekkedeydi, hiçbir değişiklik olmadı. Yine üstadımız ona çok hürmet ediyordu, minderini yine aynı kişiye veriyordu. Ben de bu duruma hayret ediyordum. Ve sonraları anladım ki; Üstadımız bu insanı çok seviyordu, ona âşıktı. O yüzden bizden ziyade onu tercih ediyordu ve hiç bir şey demiyordu.
Hazret (k.s) bu sohbetinde Namazı kazaya bırakanların durumlarından kısaca bahsetti:
İnsanların kokuları farklı, farklıdır; Namazı kazaya bırakanların ki farklı, namazı kılmayanların ki farklı, günah işleyenlerin ki farklı, bunlar pis kokarlar. Sadatlarımız; Allah’u Teâlâ’nın izniyle bu ve benzeri durumları fark ederler, cemaatin içerisinde kimseyi mahcup etmeden orta yere sohbet ederler, herkes dikkatle dinlerse kendi kusurlarını anlar. Sohbetleri teslimiyet ölçüsünde dinlerseniz Allah’ın (c.c) izniyle Sadatlarımızın sohbetleri tesirli olur, düzelmenize sebep olur. En önemlisi de Sohbetlere Allah (c.c) rızası için gidin ve Allah (c.c) rızası için dinleyin.
Hazret (k.s) Şahı Nakşibendî (k.s) Hazretlerinin Namaz hakkındaki kısa sohbetini naklettiler:
Şahı Nakşibendî (k.s) hazretlerine sormuşlar. Huşuyla namazı nasıl kılarız. Evvelâ helâl lokmaya dikkat ediniz, daha sonra güzel bir abdestle namaz kılınız. Buyurmuşlar. Şahı Nakşibend (k.s) hazretleri. Kendi eker, kendi dikerdi ve kendisi öğütürdü, ekmek ederdi. O zamanın âlimleri, Şahı Nakşibend (k.s) hazretlerinin ziyaretine gelirlerdi. Ancak asıl amaçları Şahı Nakşibend (k.s) hazretlerinin helâl lokmasından teberrüken yemek içindi.
(Teberrük: Bereket umma.)
Hazret (k.s) bu sohbetinde kısa Menkıbe naklettiler:
Hace Ahrar (k.s) hazretleri önceleri ibadetlere yöneliyor, çok fakir ve çok aç kalıyor, sonraları anlıyor ki dünyalıkta lâzım. Ekip biçip kendi mahsulünü kaldırıyor, helâl lokmasını çıkarıyor.
Allah (c.c) bereketlendiriyor, tarlaları çoğaltıyor, işçileri çoğalıyor. Bir gün, öğle sıcağı vakti, yemek için ara verildiğinde işçiler güneşte kalmasın diye gölgeyi terk ediyor. Ben araziyi dolaşacağım diyor ve işçileri gölgede istirahat ediyor. Kendisi uzun vakit güneşte bekliyor. Bu inceliği. İyi anlamak. Lâzım Vesselâm.
Hazret (k.s) bu Sohbetinde Şafi Mezhebine Göre Namaz Konusundan Bahsetti.
Şafi Mezhebine göre seferi olan kimse Namazları cem edebilir.
Yani; Öğle ile İkindiyi İkindi vaktinde, Akşam ile Yatsıyı Yatsı vaktinde birleştirip kılabilir. Şafi mezhebinde böyle fetva verilmiştir. Ama tarikatta fetvaya değil takvaya uymak gerekir. Biz Nakşibendîler namaz vakti geldi mi arabadan inip hangi şartta olursa olsun namazı vaktinde kılmalıyız.
TAKDÎM VE TE'HÎR: İkindi namazını öğle namazı ile veya öğleyi ikindi ile ve yatsı namazını akşam namazı ile veya akşamı yatsı ile birleştirerek kılmak. Abdurrahmân Cezîrî (k.s) bu konuyu şöyle açıklamışlar: Takdîm ve te'hir; Hanefî mezhebinde hac sırasında Arafât'ta ve Müzdelife'de; Mâlikî'de ve Şâfiî; Mezhebinde seferde (yolculukta); Hanbelî mezhebinde ise; Özür sebebiyle yapılabilir. İbn-i Âbidîn, Şernblâlî (k.s) bu konuyu şöyle buyurmuşlar: Hanefî mezhebinde olan bir kimse yolculuk esnâsında, diğer üç mezhebi taklid ederek (vâsıta durduğu zaman) takdim ve te'hir ile namazlarını kılabilir. (Kaynak: Dini sözlük.)
Hazret (k.s) yolculukta kendi başından geçen bir olayı anlattı; Hazret (k.s) şöyle buyurdular bir gün otobüsle Van‘ın Erciş kazasına gidiyordum. Namaz vakti geldiğinde şoför mola vermedi. Bunun üzerine ben şoföre namaz molası vermesi için ısrar ettim, ancak şoförün durmaya niyeti yoktu.
Böyle olunca şoföre kızdım ve şoföre yakın bir yerde dur, abdest alıp namaz kılacağım dedim. Hava fırtınaydı, kar yağıyordu ve çok soğuk vardı.
Bunun üzerine şoföre benim biletim buraya kadardır, arabayı durdur ben ineceğim namazım geçiyor sen durmuyorsun ben inmek istiyorum dedim.
Şoför: Bu dağın başında inilir mi? Dedi Ben biletimi buraya kadar kestirdim, beni indir dedim.
Şoför kızgın bir şekilde durdu. Ben hemen aşağı indim ve otobüs hızla yoluna devam etti. Ben inince namazımı kıldım, bu esnada otobüs geri, geri benim bulunduğum yere geldi. Baktım ki otobüsün arka lâstiği patlamış. Şoför hatasını anlayıp hemen geri gelmiş. Yaptığı hatadan dolayı benden özür diledi helâllik istedi. Hazret (k.s) şöyle buyurdular bu olayın bizimle alâkası yoktur, Sadatlarımızın himmetidir dediler.
Hazret (k.s) bu sohbetinde "NAMAZIN" öneminden bahsettiler;
Müritlerin dünya işinden dolayı namaza gereken önemi vermediklerini belirtti; dünya işi için, en önemli olan namazı kılmıyorlar, ya da bile, bile kazaya bırakıyorlar. Veya namazlarını vaktinde kılmıyorlar. Özellikle sabah namazına gereken önemi ve ilgiyi göstermiyorlar. Akşam geç saatlere kadar deccalin sofrası olan televizyona bakıyorlar, geç saatlere kadar oturuyorlar ve neticede sabah namazına kalkamıyorlar ve namaz kılınmıyor ya da kazaya bırakıyorlar. Eğer ki sohbet bile dinliyor olsanız ve dinlemiş olduğunuz sohbet “GAVS” sohbeti dahi olsa, sabah namazına kalkmanıza engelse sohbeti terk edin ve yatın ve hiç bir zaman namazlarınızı kazaya bırakmayın. Öğle namazını da mürit duruyor, duruyor ikindi vaktinin girmesine az bir zaman kala kılıyor öğleyi ikindi ile akşamı yatsıyla birleştiriyorlar. Bu böyle olmaz.
Her namazın bir vakti vardır sizler her namazı vaktinde kılacaksınız. Bırakın namazı kılmamayı ve kazaya bırakmayı vaktinde namazlarınızı kılmadığınız taktirde Sadatlarımızdan himmet beklemeyin.
Hazret (k.s) Hazretlerine “Namazımız kazaya kaldığında kendimize ceza olarak ne yapabiliriz.” Diye soruldu. “Eğer üzerinizde çakmağınız varsa onu çıkarıp bir vakit namaz kazaya kaldığında parmağınızın birini yakın.” Buyurdular ve namazın önemini böylelikle belirtmiş oldular.
Hazret (k.s) bu sohbetinde "İTİKÂF" konusunda bilgi verdiler:
İTİKÂF: Ramazanın son on gününde bir Müslüman’ın camide tek başına kalması.
İtikâf çok sevaptır, mezheplere göre değiştiği için ben sizin. Hanefi mezhebininkini bilmiyorum. Her hangi bir camide bir gün, on gün. On beş gün bir ay yapılabilir.
Biz küçükken medresede talebeyken, on beş gün yapardık dedi. Ben her camiye girişimde vakit namazı dahi olsa itikâfa niyetlenirim. İtikâfta Müslüman’ın uyuması bile ibadettir. İtikâfa giren dünya ile ilgili, şeylerle uğraşmayacak, Kuran okuyacak, salâvat getirecek, zikir çekecek. İlmihal ve İslamla ilgili kitaplar okuyacak. Camiden yalnız abdest almak için çıkabilir. Ramazan ayının son on günü yapılması kadir gecesini yakalamak içindir. Kadir gecesinin ne gün olduğu belli değil. Arabistan ve Türkiye bazen farklı oluyor.
Hazret (k.s) bu sohbetlerinde bir kısa "Menkıbe" naklettiler:
İki arkadaş vardı. Seyri Sülükteydiler. İkisi de yatsıda itikâfa giriyor. Birisi fecir zamanı camiye geliyor. (Şeytanda onu istiyor. Gaflete dalsın kalbine gireyim, imanını alayım diye) diğer arkadaşı camide yatıyormuş. Bakmış ki yatıyor. Ben evden gelirken zikir ediyorum. O yatıyor. Ben zikir ediyorum, o ise Allah’tan (c.c) gafil bir şekilde yatıyor, diye düşünüyormuş. Bu gaflet anında şeytan tam onun kalbine dalacağı sırada yatan arkadaşı öksürüyor ve şeytan kaçıyor. Eğer seslenmese imanını alacaktı.
Şeytan ezan sesinden kaçar.
Şeytan Allah (c.c) isminin anıldığı yere varmaz.
Şeytan Evliyaullahın sesinden de kaçar.
Hazret (k.s) Dedesi Muhammed Diyâuddin (k.s) Hazretlerinden bahsettiler: "MENKIBE" Dedemiz Muhammed Diyâuddin (k.s) Hazretlerinin bir müridi varmış. Her gün bu mürid dağdan sırtında bir yük odun getirir ve bu odunları satar evinin iaşesini ve çocuklarının rızkını böyle temin eder bu mürid çokta fakirdir, öğleden sonra üstadının tekkesine gelir ve zamanla Sadatların himmetiyle kalbi temizlenmiş kendini ibadete adıyor devamlı Allah’ı (c.c) zikrediyor. Allah’a (c.c) tam teslim oluyor. Namazla, zikirle meşgul oluyor. Bu sırada çoluk çocuğunun rızkını temin edemiyor ve dünyayı terk ediyor, dünyaya çalışmasını bitiriyor. Bir müddet evine gitmiyor, evini de unutuyor, tekkede kalıyor. Muhammed Diyâuddin (k.s) Hazretlerinin huzuruna bu müridin hanımı geliyor dedemin odasının dışından dedeme sesleniyor. “Ben felanca kezin hanımıyım şeyhim biz çok perişanız, çoktandır biz açız, efendim önceleri bizim rızkımızla meşguldü, rızkımızı temin ediyordu bizlere bakıyordu, ama şimdi çok değişti, biz onu göremez olduk eve dahi gelmiyor, bizi ihmal ediyor, buna tembih edin ne olur biraz bizimle meşgul olsun” diyor.
Dedem Muhammed Diyâuddin (k.s) Hazretleri o kadına sesleniyor,”bize daha önce niçin haber vermediniz ve şimdi sen evine git biz Allah’ın (c.c) izniyle gereğini yapacağız” diyor. Ve o kadın evine gidiyor. Bu arada dedem tekkede görevli olan müritlerden birini çağırıyor. Şöyle söylüyor.“Derhal tekkenin kilerine git. Un, şeker, yağ, sebze, kuru bakliyat. Vs. şu kadar al. Felanca kezin evine acele götürün. Ve bir miktarda cebinden para veriyor. Bunu da o eve verin” diye emir veriyor. Ve o görevli olan mürit çıkıyor. Arkasından diğer görevli müritlerinden birkaç tanesini daha çağırıyor. Ve onlar Muhammed Diyâuddin (k.s) Hazretlerinin huzuruna gelince onlara şöyle söylüyor: “Derhal gidin çevreyi ve çevre köyleri araştırın namaz kılmayan veya beynamaz birinin ekmeğinden bulunmasını ve bu ekmekten o gelen hanımın efendisine az bir parça yedirilmesini söylüyor. O zaman da Nurşin beldesinde öyle bir insana rastlanmıyor, bir başka köyden beynamaz bir kadın bulunuyor bunun ekmeğinden bi şekilde biraz istiyorlar. O kadın da bunlara biraz ekmek veriyor, getiriyorlar tekkeye o kadının kocasına bu ekmeğin tamamını yediriyorlar. Daha sonra bu müride öyle bir hal oluyor ki; mürid kıldığı namazın çektiği zikrin feyzinden hiçbir şey anlamıyor. Hazret (k.s) burada bizlere şöyle dikkat çekiyor ( Dedem tarafından bulduğunuz ekmekten bir parça verilmesi söylendiği halde biraz çokça veriyorlar. Ekmeği yiyen mürid önceki Allah’a (c.c) olan aşkını muhabbetini kaybediyor. Yaptığı ibadetlerin hiç birinde feyz ve zevk alamıyor.) Ve bu gelen ekmeği yiyen mürid durumunu dedem Muhammed Diyâuddin (k.s) Hazretlerine bildiriyor. Şeyhim bana ne oldu? Ben önceleri iyiydim ibadetlerden feyz ve zevk alıyordum ama şimdi ne feyz kaldı ne de zevk diyor ve dedem ekmeği getiren müritleri çağırtıyor, huzuruna geliyorlar ve dedem onlara soruyor; Siz getirdiğiniz ekmeğin tamamını mı yedirdiniz, yoksa az bir şey mi? Onlar da, şeyhim getirdiğimiz ekmeğin tamamını yedirdik, diyorlar. Dedem de, ben size fazla verin demedim, az bir şey verin dedim ve dedem ekmeği yiyen müride döner hal böyle, böyle idi diye durumu anlatır, ben ekmekten az bir şey yedirin dedim Molla felanca kez sana tamamını yedirmiş, benim kabahatim yok diyor. Mürid de; Ben o molla kardeşimi iyi bilirdim ama o benim düşmanımmış meğerse diyor. Dedem Hazret (k.s) sohbete devam ediyor şöyle buyuruyorlar: Bir hıristiyanın pişirdiği yenir, yani biz Müslümanlara yenmesinde helâl olan tahamlardan tabi ki ama, bir namaz kılmayan veya bey namazın pişirdiğinin yenilmeyeceği namaz kılmayanın ve beynamaz kişinin ekmeği yendiği takdirde yapılan ibadetten feyz ve zevk alınmayacağını Allah’a (c.c) olan aşk ve muhabbetin kaybolacağını beyan buyurdu ve şöyle eklemişler; Müslümanlar kendi kazançlarına dikkat edeceği gibi dışardan yedikleri içtiklerine de dikkat etmelidirler. Buyurmuşlar.
Hazret (k.s) bu sohbetinde "DUA" hakkında bilgi verdiler:
Hacet duası şudur:
"Allahümmeinni es'elüke tevfika ehlilhüda ve a'male ehlil-yakîni ve münasahata ehlittevbeti ve azme ehlissabrı ve cidde ehlilhaşyeti ve talebe ehlirrağbeti ve taabbüde ehlilvera'i ve irfane ehlil-ilmi hatta ehafüke. Allahümme innî es'elüke mehafeten tahcüzünî an ma'sıyetike hatta a'mele bitaatike amelen estahıkku bihi rizake ve hatta unasıhake bittevbeti havfen minke ve hatta uhlisa lekennasıhate hubben leke ve hatta etevekkele aleyke fil-umuri hüsne zannin bike, Sübhaneke halikı'nnuri."
Anlamı: Allah'ım! Ben senden hidayet ehlinin başarısını, yakin erbabının amellerini, Tövbe edenlerin ihlâsını, sabredenlerin azmini, haşyet sahiplerinin ciddiyetini, rağbet erbabının isteklerini, takva ehlinin ibadet hallerini, ilim sahiplerinin anlayışını dilerim. Böylece korkarak senden gereği üzere korkmuş olayım. Allah'ım! Ben senden öyle bir korku isterim ki, beni sana isyan etmekten engellesin de, sana itaat ederek bir amel işleyeyim, onunla senin rızanı kazanayım; Böylece senden korkarak ihlâsla Tövbe edeyim, sana muhabbetle ibadeti ihlâs üzere yapayım ve sana güzel zan besleyerek bütün işlerde sana tevekkül edeyim. Ey nuru yaratan, sen bütün noksanlıklardan münezzehsin!
(Hidayet: İslâm. Yolu.) (Yakin: Kesin biliş.) (Haşyet: Sevgiyle. Karışık korku.)
Rasûlullah Efendimiz’in (sav) Duası:
«Ya Rabbi bana kendi sevgini, sevdiklerinin sevgisini ve beni senin sevgine. Yaklaştıracakların sevgisini ihsan eyle ve kendi sevgini bana, hararetten, susuzluktan yananların soğuk suya kavuşmasını istemelerinden sevgili kıl.» Hadis-i şerif.
Peygamber Efendimiz (sav) Duası:
"-Allah'ım! Nefsime takvasını ver ve onu tezkiye et! Sen onu tezkiye edenlerin en hayırlısısın. Sen onun velisi ve Mevlâ'sısın." diye dua ederlerdi. Hadis-i şerif.
TAKVA: Allah’u Teâlâ’dan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günahlardan) sakınmak.
Berîka-Muhammed Hadimi (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar:
Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvanın manası altına girer.
Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı kerimde mealen buyruldu ki:
«Hayır, öyle değil Kim sözünü yerine getirir ve günahtan sakınırsa bilsin ki Allah kesinlikle takva sahiplerini sever.» (Al-i İmran suresi- 76)
Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Ya Rabbi! Bana ilim, hilm, takva ve afiyet ihsan eyle." Duasını çok söylerdi. Duada geçen ilimden maksad fâideli ilim, yani iman, ibadet, amel ve ahlâk bilgileridir.Hilm ise, yumuşaklık demektir. Afiyetten murâd; dinîn ve itikadın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır. Bütün iyiliklerin temeli takvadır.
İmam-ı Rabbani (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar:
Dünyada felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yani verâ ve takvadır. Verâ ve takvayı tam yapabilmek için, mübahları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zaruret miktarını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazifelerini yapabilmek için kullanmaya niyyet etmelidir. Bir insan, mübah, yani dinîn izin verdiği şeyler den, her istediğini yapar, mübahları aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir.
Takva Ehli: Takva sahibi, Allah’u Teâlâ’dan korkarak haramlardan sakınanlar.
Alvân Hamevî (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar:
Hâli ile sana fayda vermeyen kimseyle arkadaş olma. Takva ehlinin, haramlardan kaçanın kölesi, hizmetçisi ol. Onu sev. Belki Allahü teâlâ bu vesile ile seni onların arasına katar.
(Beka: Devamlılık. Kalıcılık, sonsuzluk.) (Fena: Yokluk. Geçicilik, kötü.)
VERÂ': Haramlardan ve helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınmak.
Peygamber (sav) Efendimiz Diğer Hadis’i Şerif’lerinde şöyle buyurmuşlar:
"Hiçbir şey verâ gibi olamaz." (Hâdis-i şerif-Künûz-ül-Hakâyık)
"Dininizin direği verâdır." (Hâdis-i şerif-Künûz-ül-Hakâyık)
Ebû Hüreyre (r.a) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar:
Kıyamet günü Allah’u Teâlâ’nın huzurunda kıymetli olanlar verâ ve zühd sâhibleri. (Dünyaya düşkün olmayanlardır.)
İmam-ı Rabbani (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar:
Bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sahibi olamaz: Gıybet etmemek, mü'mine sû-i zân etmemek, kötü bilmemek, kimse ile alay etmemek, yabancı kadınlara, kızlara bakmamak, doğru söylemek, kendini beğenmemek için. Allah’u Teâlâ’nın, kendisine yaptığı ihsanları nimetlerini düşünmek, malını helâl yere harc edip, haramlara vermemek, nefsi keyfi için, mevki-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmek, beş vakit namazı vaktinde kılmağı birinci vazife bilmek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği iman ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmak.
Hasan-ı Basrî (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlar:
Zerre kadar verâ sahibi olmak, bin nafile oruç ve namazdan daha hayırlıdır.
Verâ-ül-Verâ: Ötelerin ötesi. Nasıl ve ne şekilde olduğu bilinmeyen Allah’u Teâlâ’nın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrak olunamayacağını ifade eden dinî bir terim.
Hastanıza şifa için İbrahim Ethem (k.s) Hazretlerinin ruhuna 1 fatiha üç İhlâs’ı şerif okuyup, Hastanıza onun himmeti ile cenabı Allah’tan (c.c) şifa dileyin.
DUÂ: İsteme, yalvarma. Bir kimsenin kendisi veya başkası hakkında bir dileğine bir arzusuna kavuşması için Allah’u Teâlâ’ya yalvarması.Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
«Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.» (Mü'min suresi- 60)
Peygamber Efendimiz (sav) Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır: "Allah’u Teâlâ’yı unutarak, gafletle edilen duâ kabûl olmaz." (Hadîs-i şerîf-Mevâhib-i Ledünniyye)
"Mü'minin din kardeşi için, arkasından yaptığı hayır duâ kabûl olur. Bir melek, Allah’u Teâlâ, bu iyiliği sana da versin! Âmin" der. Meleğin duâsı red edilmez." (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
"Ümmetimin günâh işlemeyen gençlerinin duâları kabûl olur." (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
"Beş vakit farz namazdan sonra yapılan duâ kabûl olur." (Hadîs-i şerîf-Merâk-il-Felâh)
"Lânet etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahlûka merhamet etmek için gönderildim." (Hadîs-i şerîf-Berîka) "Kendinize, evlâdınıza, kötü duâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine râzı olunuz. Nîmetlerini arttırması için duâ ediniz." (Hadîs-i şerîf-Berîka) "Çalışmadan duâ eden, silâhsız harbe giden gibidir." (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî) "Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâ, nasıl kabûl olunur?" (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) "Birinize derd ve belâ gelince, Yûnus peygamberin duâsını okusun. Allah’u Teâlâ muhakkak onu kurtarır. Duâ şudur: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez zâlimîn." (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî) "Sabah kalkınca, üç kerre: Bismillâhillezî lâ-yedurru ma asmihî şey'ün filerdı velâ fissemâi ve hüvessemî'ul-alîm (duâsını) okuyana akşama kadar hiç belâ gelmez." (Hadîs-i şerîf-Tenbîh-ül-Gâfilîn)
İmâm-ı Rabbânî (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Duâ etmekle emr olunduk. Kulun Rabbine duâ etmesi, yalvarması, yakarması, sığınması, ağlayıp sızlaması Rabbine hoş gelir. Allah’u Teâlâ’nın âdet-i ilâhiyyesine uymadan, sebeplere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek, Allah’u Teâlâ’dan mûcize istemek demektir. Müslümanlıkta, hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdır.
Ali Râmitenî (k.s) Hazretleri şöyle buyurmuşlar: Duânızı öyle bir delîl (vesîle, vâsıta) araya koyarak edin ki, o, günah işlememişlerden olsun. O delîl, Allah dostları, Allah adamlarıdır. Onlara sevgi ve tevâzu gösterin ki, sizin için duâ etsinler.Muhammed Rebhâmî (k.s) Hazretleri şöyle buyurmuşlar: Allah’u Teâlâ’ya itâat et, emirlerine uy. Sonra duâ et. Allah’u Teâlâ duânı kabul eder.
Zâlim kimseleri, âdil diye medh edenin ve din düşmanlarının ölüsüne, dirisine duâ edenin imânı gider.
Abdülhakîm Arvâsî (k.s) Hazretleri şöyle buyurmuşlar: Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ, Gözyaşının seher vakti yaptığını. Düşman kaçıran süngüleri, çok defa, Toz gibi yapar, bir mü'minin duâsı.
Duâ Ordusu: Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan. Allah’u Teâlâ’nın sevgili kulları, velîler. İmâm-ı Rabbânî (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: İmrân sûresinin yüz yirmi altıncı âyetinde ve Enfâl sûresinde meâlen; "Yardım, ancak ve yalnız Allah'tandır" buyruldu. Bu yardıma, duâ ordusu vâsıtası ile kavuşulur. Ayrıca duâ, kazâyı def'eder, uzaklaştırır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Kazâ, ancak ve yalnız duâ ile durdurulur." Buyurdu. Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu gibidir. Gazâ ordusunun askerleri, onların kalbleri, bedenleridir. O hâlde gazâ ordusunun askeri, duâ ordusu olmadıkça iş başaramaz. Hadîmî (k.s) Hazretleri şöyle buyurmuşlar: Gazâ ordusu, duâ ordusunun yardımına muhtâcdır. İhlâs ile yapılan duâ muhakkak kabûl olur.
Hazret (k.s) bu sohbetinde İyi bir kul olabilmek hususunda kısa bilgi verdiler:
Dinimiz baştan başa edeptir.
Edep, güzel terbiye, iyi davranış, güzel ahlâk, hayâ, nezaket, zarafet gibi manalara gelir. Mesela terbiyeli çocuk, edepli çocuk demektir. Hadis-i şerifte, "Evladınızı edepli, terbiyeli yetiştirin." Buyuruluyor. Dinimiz, baştanbaşa edeptir. Edep, kulun kendisini Cenab-ı Hakkın iradesine tâbi kılması, güzel ahlâklı olmasıdır. Hadis-i şerifte, "Sizin en iyiniz, ahlâkı en güzel olandır." Buyuruldu.
Hz. Ömer (r.a), Edep, ilimden önce gelir) buyurdu. Çok heybetli olmasına rağmen, edebinden, hayâsından Resulullahın huzurunda çok yavaş konuşurdu.
Peygamber (sav) Efendimiz de, bir kimsenin yanında iki diz üzerine oturur, ona saygı olmak için mübarek bacağını dikip oturmazdı. Hadis-i şerifte, "Resulullahın hayâsı, bakire islam kızlarının hayâsından çoktu." Buyuruldu. (Buhari)
İbni Mübarek (k.s) Hazretleri, (Bütün ilimleri bilenin eğer edebinde noksanlık varsa, onunla görüşmediğime üzülmem, bunu kayıp saymam. Fakat edepli ile görüşemesem üzülürüm) buyurdu.
Her zaman her yerde edepli, hayâlı olmaya çalışmalıdır! Hadis-i şerifte, "Hayâsızlık insanı küfre düşürür." Buyuruldu. Hayâ, bir binayı tutan direk gibidir. Direksiz binanın durması kolay olmadığı gibi, hayâsız kimsenin de imanını muhafaza etmesi zordur.
Peygamber (sav) Efendimiz Hadis-i şeriflerinde buyuruldu ki:
"Allahtan hayâ edin! Allahtan hayâ eden, kötü düşünceden uzak durur, midesine girenleri kontrol eder, ölümü hatırlar." (Tirmizi)
"Hayâ, baştanbaşa hayırdır." (Müslim)
"Her dinin bir ahlâkı vardır. İslamiyetin ahlâkı da hayâdır." (İbni Mace)
"Hayâsız olan hep kötülük eder." (İbni Mace)
"Hayâsız olan, emanete hıyanet eder, hain olur, merhamet duygusu kalmaz, dinden uzaklaşır, lanete uğrar, şeytan gibi olur." (Deylemi)
"Hayâ ile iman, ikiz kardeştir. Biri giderse diğeri de gider." (Ebu Nuaym)
"Mümin, ayıplamaz, lanet etmez, çirkin söz söylemez ve hayâsız değildir." (Tirmizi)
"Hayâ imanın nizamıdır. Bir şeyin nizamı bozulunca, parçaları da bozulur." (İ.Maverdi)
"Hayâ imandandır. Hayâsızın imanı yok demektir." (İbni Hibban)
"İnsan, salih iki komşusundan utandığı gibi, gece gündüz kendisiyle beraber olan yanındaki iki melekten de utanmalıdır!" (Beyheki)
"Hayâsızın dini olmaz ve hayâsız kişi Cennete giremez." (Deylemi)
"Hayâ, iffet, dile hakim olmak ve akıl imandandır. Cimrilik, fuhuş, çirkin sözlü olmak ise hayâsızlıktan ve münafıklıktandır." (Beyheki)
"İman çıplaktır, süsü hayâ, elbisesi takva, sermayesi fıkıh, meyvesi ameldir." (Deylemi)
"Hayâ insan olsaydı, salih biri, fuhuş insan olsaydı, kötü biri olurdu." (Taberani)
"Hayâ ile iman bir aradadır. Biri giderse, öteki de durmaz." (Hakim)
Dinimizde hayânın yeri çok mühimdir. Allah’u Teâlâ’dan utanmak, imanın kuvvetli olduğuna, hayâsızlık da imanın zayıf olduğuna alamettir. Hadis-i şerifte, (Hayânın azlığı küfürdendir." Buyuruldu. Hayâsız kimse, zamanla küfre kadar gidebilir. Hayâ, imanın esasındandır. Hayâsı olan Allah’tan utandığı için günahtan çekinir. İnsanlardan utanmayan Allah’tan da utanmaz. İnsanlardan utanarak günahı gizlemek de hayâdandır. İnsanlardan utananın, Allah’u Teâlâ’dan da utandığı anlaşılır. Çünkü hadis-i şerifte, (Allahtan sakınan, insanlardan da sakınır) buyuruluyor. Hayâsız olan mürüvvetsiz olur. Hz. Ebu Bekir (r.a), Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan gibidir. Buyurdu.
Allah’u Teâlâ Kur'an-ı kerimde buyuruyor ki:
«İman edenler arasında kötülüğün, hayâsızlığın yayılmasını isteyenler ve sevenler için dünyada da ahirette de elim bir azap vardır.» (Nur- 19)
Allah’u Teâlâ’nın Nimetinde. Nimeti vereni görmeli, daima Onun huzurunda olduğunu düşünmeli.
Meselâ; Otururken, yatarken edebe riayet etmelidir. Yerken, içerken, konuşurken, okurken, yazarken ve her çeşit iş yaparken, bütün bunların Allah’u Teâlâ’nın kudretiyle yapıldığını, bütün işlerde Onun emrine uyup yasak ettiklerinden sakınmayı düşünmelidir. Böyle düşünmek çok üstün bir ibadettir.
Hazret-i Lokmana sordular:
- Edep, asalet, mal ve ilimden hangisi daha üstündür?
- Edep asaletten, ilim maldan hayırlıdır.
Oğlu, Hz.Lokmana sorar:
- En iyi haslet nedir?
- Dindar olmaktır.
- Peki babacığım, bu haslet iki olursa?
- Dindarlık ve mal sahibi olmak.
- Üç olursa?
- Dindarlık, mal ve hayâ.
- Dört olursa?
- Dindarlık, mal, hayâ ve güzel ahlâk.
- Beş olursa?
- Dindarlık, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertliktir.
- Altı olursa?
- Oğlum, bu beş haslet kimde olursa, o kimse takva ehli, temiz bir kimsedir. Allah’u Teâlâ’nın dostudur, şeytandan uzaktır.
Allah’a (c.c.) köle olabilmek lâzımdır. Keşke Allah’a (c.c.) iyi bir kul olabilseydik. Allah (c.c.) bizi iyi etsin. Nakşibendî Sadatlarımız çok büyük insandı, keşke bizler onlara lâyık olabilseydik. Allah (c.c.) Nakşibendî Sadatlarımızın hatırına bizleri affetsin, onlarla beraber etsin. Âmin İnşâallah.
Hazret (k.s) Mevlâna Halid-i Bağdad-i (k.s) Hazretlerinin bir Menkıbesini naklettiler. Mevlâna Halit Hz. (k.s) çok büyük âlimmiş. Bir gün üstadı ne kadar âlim olduğunu sormuş. Mevlâna Halit Hazretleri de (k.s) hiç tevazu göstermeden o zamanın en çok bilinen iki ünlü âliminin adını vererek onlardan daha büyük âlim olduğunu söylemiş. Diğer sofilerin bu olay taaccübüne gitmiş. Niçin tevazu göstermeyip böyle söylediğini sormuşlar. Onlara üstadıma karşı yalan söyleyemezdim demiş. O kadar büyük âlim olduğu halde bir gün vesveseye kapılmış üstadının Gavs olup olmadığı konusundaki vesveseyi bir türlü kalbinden atamayınca .
Mevlâna Halit Hz. (k.s) Cenabı Allah’a (c.c.) şöyle yalvarmış: Yarabbi eğer üstadım Gavs ise bendeki bu bilgilerin hepsini al demiş. Ertesi gün üstadı Mevlana Halit Hz.lerini (k.s) vakit namazında imam olmasını emretmiş.Oda geçmiş imam olarak namaza başladığında Fatiha’ya başlamış fakat bitirememiş. Tekrar baştan almış yine yarısında kalmış. Abdestinin bozulduğunu söyleyerek namazı bırakıp ayrılmış bir müddet sonra çok üzgün vaziyette üstadının yanına varıp ayaklarına ellerine kapanıp özür dileyip helâllik istemiş.
Hazret (k.s) bu sohbetinde Müslüman’ın ahlâkı ve yaşantısı hakkında kısa bilgi verdiler:
Muhammed Diyâuddin Hz (k.s) yanına bir zat gururlu bir halde “Ben Silvan’lıyım” diyerek girer. Hazret de “Evet, şalvarından belli!” der.
Hazret (Şeyh Lütfi) (k.s) bu hadiseyi naklettikten sonra şöyle buyurur: “Kişinin ahlâkı ve yaşantısı hal ve hareketlerinden belli olur. Tavırlarında, davranışlarında ahlâkını yansıtır.” Müslüman ağırbaşlı ve vakarlı olması gerekir dediler.
Hazret (k.s) Hazretlerinin bizlere çok önemli tavsiyelerde bulundu: Namazlardan sonra. 25 Estağfirullah Namazın kabul olmasına vesile olur.
On bir adet; Tevhit “Lâilâhe İllallah” çekin. On birincide. Muhammeden Rasûlullah. Deyin. Üç. Beş. Yedi. On bir. Adet. Salâvat okuyun.
Namazın sonunda. Fatiha’yı yalnız okuma, yanında Üç İhlâs oku ve bağışlayın.
Fetih ve Vakı’a surelerini günlük okuyun. Mazlum Müslümanların kurtuluşuna vesile olur. Aile içi huzursuzluklar kalkar, rızkınız artar.
Hazret (k.s) bu Sohbetinde "ŞEHİT’LİK" konusuda bilgi verdiler:
Şehit’lik: İnsanın yalnızca Lillah için Yani Allah (c.c) rızası yolunda ölmesidir.
ŞEHÎD (Eş-Şehîd): Allah yolunda harb ederken, Allah’u Teâlânın İsm-i Şerîfini yüceltmeye (İslâmı yaymaya) çalışırken veya düşman saldırdığında vatan, din ve milletini, ırz ve nâmûsunu müdâfâ ederken ölen müslüman.
Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: «Allah yolunda şehîd olanlara ölü demeyiniz. Onlar diridirler. Kendilerine her zaman rızk verilir. Onlarda azâb olunmak korkusu yoktur. Nîmetlerden mahrûm kalmak üzüntüsü de yoktur.» (Âl-i İmrân sûresi- 170)
Peygamber Efendimiz (sav) Hadis-i Şerif’inde şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda öldürülüp şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kan ve kokusu misk kokusu gibi olur. Huzûr-i Mevlâ'da haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar." (Hadîs-i şerîf-Dürre-tül-Fâhire)
Ka'b-ül Ahbâr (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Cennet'te ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir: "Ben Allah’u Teâlâ yolunda öldürüldüm. Şehîdlik o kadar güzel ki, tekrar dünyâya döndürülüp, üç defâ daha şehîd olmayı arzû ediyorum. Fakat daha fazla şehîd olamadığım için ağlıyorum." İbn-i Âbidîn, Seyfeddîn Fârûkî (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Şehîdin, kul haklarından başka bütün günâhları affolur. Kul haklarını da, Allah’u Teâlâ kıyâmette helâllaştıracaktır. Cihâdda ve hac yolunda ve sınır boylarında nöbette ölenlere, kıyâmete kadar bu ibâdetlerin sevâbı devamlı verilir. Bedenleri çürümez. Her biri kıyâmette yetmiş kişiye şefâat eder.
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Bütün müslümanlar, kalben ve severek şehidliği arzu etmeye memurdur. Şehîd olmayı istememek münâfıklıktır. Yûsuf Nebhânî (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Allah’u Teâlâ’nın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) açık ve gizli şeylerini bilen, kıyâmet gününde leh ve aleyhlerinde olan amellere şâhidlik eden. Evden kaçan çocuk üzerine eş-Şehîd ism-i şerîfi söylenirse, hâli düzelir, hak yola döner. Ana-baba, isyankâr evlâdının alnından tutar ve Allah’u Teâlâ’nın eş-Şehîd ism-i şerîfini okursa, o çocuk Allah’u Teâlâ’nın izniyle itâatkâr olur.
Şehîd-i Âhiret: Bir kimsenin Allah (c.c) için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde veya zulüm ile öldürülmesi veya cihâdda ve eşkıyâ, âsî, yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanarak hemen ölmeyip bir namaz vakti çıkıncaya kadar yaşayan veya başka yere götürülüp, orada ölen. Âhiret şehîdi. İbn-i Âbidîn (k.s) Hazretleri bu çok önemli konuyu şöyle açıklamışlar: Şehîd-i âhiret; Dünyâda yıkanır ve kefenlenirler. Boğularak, yanarak, garîb, kimsesiz olarak, duvar, enkaz altında kalarak ölenler, ishalden, tâûndan, sârî (bulaşıcı) hastalıklardan, lohusalıkta, sar'a hastalığında, Cumâ gecesinde ve gününde, din bil gilerini öğrenmekte, öğretmekte ve yaymakta iken ölenler ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmusunu saklarken ölenler, zulüm ve hapis olunup ölenler, Allah (c.c) rızâsı için müezzinlik yaparken, dine uygun ticâret yaparken, helâl kazanıp çoluk çocuğuna din bilgisi öğretmek ve ibâdet yapmaları için çalışanlar, ölünce şehîd-i âhiret olurlar. Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Şehîd-i âhiret olan kimselerin cesedi dağılmaz ve çürümez. Cesedlerin çürümesinde iki âmil vardır. Birincisi; Toprağın kendisiyle olan cisimleri temasla kendisine benzetmesi, toprağa çevirmesi. İkincisi; Vücudda meydana gelen mikropların cesedi yiyerek yok etmesi. Şehîd-i âhiret olan kimsenin vücûduna, cesedine toprak nüfûz edip, çürütemediği gibi, cesedin yok olmasına sebeb olan mikroplar da cesede musallat olup yiyemezler. Bu sûretle ceset de aslî hâlini muhâfaza eder. Peygamberler kabirlerinde diridirler. Hayatlarında olduğu gibi, bedenleri her türlü değişiklikten korunmuştur.
Şehîd-i Dünyâ: Allah rızâsı için cihâd etmeye, savaşmaya niyet etmeyip, dünyâ kazancı için harb eden kişi. Dünyâ şehîdi. İbn-i Âbidîn (k.s) Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamışlar: Şehîd-i dünyâya da şehîd muâmelesi yapılır. Kanlı elbiseleri ile gömülür, yıkanmazlar. Fakat âhirette hakîkî şehîdlere va'd edilen mükâfatlara kavuşamazlar. Çünkü niyetleri bozuktur.
Şehîd-i Tâm: Allah yolunda savaşırken öldürülen. Dünyâ ve âhiret şehîdi de denir. Tam şehîd.
İbn-i Âbidîn (k.s) Hazretleri bu çok önemli konuyu şöyle açıklamışlar: Cünüp, hayız olmayan, âkıl ve bâliğ bir müslüman, Zulüm ile haksız olarak, vurucu veya kesici vâsıtalarla öldürülünce ve harpte din ve vatan düşmanları ile Allah (c.c) için cihâd ederken düşman tarafından; Sulh zamânında âsîler, yol kesiciler, şehir eşkıyâları, gece hırsız tarafından herhangi bir vâsıta ile öldürülünce, hemen ölürlerse, bunlar Şehîd-i tâm olurlar. Şehîd-i tâm dünyâda yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen miktârından fazla olan elbisesi soyulup çamaşırı ile defnedilir. Cenâze namazı Hanefî'de kılınır. Şâfiî mezhebinde kılınmaz. Âhirette de şehîd sevâbına kavuşurlar.
Hazret (k.s) bu sohbetinde "ŞERİAT TARİKAT HAKİKAT’TAN" Bahsettiler:
SEVR MAĞARASI:
Hazret (k.s) Tarikatın Sevr mağarasında başlangıcını şöyle açıkladılar.
Sevr mağarası kulun sonsuz esrar fezasından vasılı İllallah edecek (Allah’a (c.c) ulaştıracak.) Temel kalbi eğitimin başlangıç mekânı ve bu ilahi yolculuğun ilk merhalesi olmuştur.
Hz. Peygamber Efendimiz’in (sav) Nur menbaı olan kalb âlemindeki esrarı ve Ledün ilmini. Ümmetine faş etmesi (yayması) ilk defa Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) ile bu mağarada başlamış ucu kıyamete kadar devam edecek altın silsilenin ilk halkası olmuştur.
Hafi zikir Rasûlullah Efendimiz (sav) tarafından Ebu Bekir Sıddık (r.a) telkin edilmiştir.
İman gücünü Ona muhabbetten almıştır. (Yani Rasulullah Efendimiz’den (sav) bütün ulvi yolculukların temel şartı Ona olan muhabbettir.
Ve zatı uluhiyyete varabilmenin yegâne yolu Ona muhabbetle noktalanmıştır.
MAĞARADAKİ YILAN:
Hazret-i Muhammed Efendimiz (s.a.v) Allah’u Teâlâ’nın emri ile Mekke-i mükerremeden hicret etmek dilediği zaman, Benim ile bu yolda kim yol arkadaşı olur. Canına ve başına kim kıyar, dediği zaman, herkezden önce Hazret-i Ebû Bekr (r.a) ileri atılıp. Anam ve babam, malım ve canım, cümlesi yoluna feda olsun; Ya Rasûlullah. Bu şerefli hizmete ben kulunu kabul eyle diye iltica ve tazarru' edince, Hazret-i Fahr-i Enbiya (sav) kabul buyurdu. Gece ile beraber, ay ve Zuhal yıldızı gibi yola çıktılar. Sıddîk (r.a) o Resul-i Rabbil âlemin (sav) Hazretlerini sakınıp, kâh ardına, kâh önüne, kâh sağına ve kâh soluna geçer ve kâh, mübarek ayağı parmakları üzerine basardı. Düşmanlar izlemesin diye.
Bu esnada Habib-i Huda Hazret-i Muhammed Mustafa (sav) buyurdular ki,
- Ya Ebâ Bekr ne ızdırab çekersin. Kendi nefsin için mi korkarsın.
Hazret-i Ebû Bekr (r.a) Cevap buyurdular ki,
- Hâşâ, sümme hâşâ ki, Ebû Bekr bu yolda kendi canını sakınıp, kayırsın. Ve lâkin ya Rasûlullah! Mübarek cesedinin bir kılına halel gelir diye, korkarım ki, benim gibi binlerce kimsenin başı düşse yeridir. Sen din sarayının mimarısın.
Rasûlullah (sav) Üzülme, Allah’u Teâlâ (c.c) bizimledir!' buyurdu.
Sevr mağarasına geldiler. Ebû Bekr (r.a) dedi ki,- Ya Rasûlullah! Bir miktar sabır edin. O mağaraya ben kulun gireyim. Yılan, akrep cinsinden nesne var ise, zararı Ebû Berke olsun! Rasûlullah (sav) izin verdi. Sevr mağarasına girince, ne kadar mahlûkat var ise, tarumar olup, her biri deliğine girdi. Hazret-i Ebû Bekr (r.a) sırtından mübârek gömleğini çıkarıp, parça-parça edip, parçalar ile, o deliklerin tamâmını tıkadı. O deliklerden biri açık kaldı. Ona parça yetişmedi. O deliğe de, ayağının tabanını iyice tıkadı. Rasulullah Efendimize, (sav) şimdi saadet ile içeri buyurun diye hitap eyledi. İki cihan Serveri de, Besmele çekerek Sevr mağarasının içine girdi. Sabaha kadar orada kaldılar. Sabah oldu. Hazret-i Ebû Bekrin (r.a) gömleğini arkasında göremeyince, sebebini sordular. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık (r.a),
- Ya Rasûlullah! Yolunda, gömleğimi yırtıp, akrep ve yılan deliklerini tıkayıp, şerlerini def' eyledim; deyince.
Resul-i Ekrem (sav),
- Allah’ım! Ebû Bekri (r.a), kıyamet günü, benim derecemde, benimle beraber bulundur! Buyurdu.
Bu esnada Fahr-i âlem (sav) Efendimiz hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık’ın (r.a) mübarek yüzlerinde değişiklik görüp, nedenini sorunca meydana gelen hâdiseyi anlattı.
— Mağarada olan delikleri bir, bir tıkadım, lâkin gömleğin parçası bir deliğe yetmedi. O delik de açık kalmasın diye ayağımın tabanını dayamıştım. Bir yılan, birkaç kere tabanımı soktu. Ayağımı delikten çekmeğe korktum ki, o yılan delikten dışarı çıkıp, zat-ı şerifine bir elem verip, ızdırab eder, diye cevâp verdi.
Rasûlullah (sav) Efendimiz,
- Onunla benim aramı aç, bırak çıksın buyurdu.
O an Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a) mübarek ayağını delikten çekti. İçeriden görünüşü hüzünlü ve gamlı zehirli bir yılan çıktı. Fahr-i âlem (sav) Efendimiz:
- Ey utanmaz yılan! Benim mağara arkadaşımı ve esrarıma vâkıf olanı, Allah’u Teâlâ’dan (c.c) korkup, benden hayâ etmedin mi, ayağını sokarak eziyet ettin, diyerek hitap edip, azarlayınca, Yılan cevaba kadir olup, dedi ki,
- Ya Habîbi rahman! Ey insanların ve cinnin Peygamberi! Senin âşıkın sadece insanlar değildir. Belki hayvan zümresinden kuşlar, yılanlar, karıncalar, cemaline âşıktır. Hatta ben kulun, birçok yaşlı, gözü nemli, kendi cinsimiz olan büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı dinleyip, ışık saçan yüzünüzü görmeğe müştak ve hayran ve kendinden geçmiş, şaşkın şekilde ağlayarak, mal ve mülkünü terk edip, âşık divanen olmuştum. Bu mağarayı şereflendireceğini öğrenmiştim. Onun için nice zamandan beri, bu sıkıntılı mağarada gece-gündüz demeyip, yolunuzu bekliyordum. Böylece, sizin buraya teşrifiniz ile ayrılık acısına ve içimdeki derde merhem edeyim dedim. Çünkü en mesut bir zamanda, bu karanlık Sevr mağarasında, arkadaşın mağaraya girince, sabah güneşi gibi zahir olup, devlet güneşim doğdu. Amma ne var ki, arkadaşın yine perde oldu. Bu sebeple, korku ve hayâ ben kulundan kalkıp, zarurî olarak, bu küstahlık benden vaki oldu; Diye özür dileyince, Seyyid-üs-Sekaleyn, dünya ve âhirette bulunanların şefaatçisi, yılanın küstâhâne özrünü kabul etti. Hazret-i Ebû Bekrin (r.a) yarasına, mübarek ağızlarının suyundan sürdü. O anda acısı şifa buldu.
Rasûlullah Efendimiz (sav), Hazreti Ali (krv) ye "LEDÜNNÎ İLMİNİ" Sadırından vermesi: (Manevi kalbinden)
Rasulullah (sav), Hazreti Ali yi (krv) yanına çağırıyor. Ayrı bir yerde şunları söylüyor. Ya Ali üç sefer Lâilâhe illallah diyeceğim. Ben söyleyeceğim sen dinleyeceksin, sonra sen söyleyeceksin ben dinleyeceğim dedi. Fahri Âlem imam Ali ye (krv) bunu kimseye söyleme sır olsun. Ya Ali bu sırrı kimseye ifşa etme dedi. Hz Ali (krv) elinde olmadan Rasûlullah’ın (sav) sözüne binaen uhud dağına çıktı. Bu dağda su kuyusu vardı. O kuyunun içine kafasını soktu. Bu cümleyi söyledi. Kuyunun içindeki bitkiler hazreti Ali ile (krv) beraber tevhid çekti. Fahri Âlem (sav), Hz. Ali yi (krv) yanına çağırdı. Ya Ali ben bunu sır olsun diye söyledim, sen bunu ifşa ettin dedi. Cehri zikir buradan başladı.