Hazret (ks) Cebrail (a.s) ile Peygamber Efendimiz (sav) arasında geçen kıssayı nakletti:
Hz. Ömer (r.a) anlatıyor:
"Bir gün biz, Hazret-i Peygamber'in (sav) yanında bulunurken, peygamberimizin yanına, üzerinde yolculuk eseri görünmeyen, hiçbirimizin tanımadığı bir adam geliverdi, Peygamberimizin ta yanına oturdu. Diz kapaklarını O'nun diz kapaklarına dayadı. Ellerini dizlerine koydu ve:
Ey Muhammed, bana İslâm'dan haber ver? Dedi. Allah'ın Resulü (sav) buyurdu ki:
İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in (sav) Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmen (Kelime-i Şehadet), namaz kılman, zekât vermen, Ramazan ayında oruç tutman, (yol bakımından gücün yeterse) hac etmenden ibarettir. Doğru söylüyorsun, dedi. Hz. Ömer (r.a) diyor ki: "Biz buna hayret ettik. Hem soruyor, hem de Peygamberi tasdik ediyordu." Adam devam ederek:
Bana imandan haber ver, dedi. Allah'ın Resulü (sav) buyurdu ki:
İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve bir de hayır ile şer (her şey)'in Allah'ın takdiri ile olduğuna inanmandan ibarettir.
Adam:
Doğru söylüyorsun, dedi ve devam ederek ilâve etti:
Bana ihsandan haber ver?
Allah'ın Resulü (sav) bu suale de: İhsan, Allah'ı, görür gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmesen de O seni görür.Buyurdu.
Adam devam etti: Bana Kıyâmetin zamanından haber ver.
Allah'ın Resulü (sav): Bu mesele hakkında kendisine sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir. (Yani bu hususta ben de senden fazla bir şey bilmiyorum) Lâkin onun alâmetleri vardır, karşılığını verdi. Adam, bunun üzerine Allah Resulünden, Kıyametin alâmetlerini haber vermesini istedi. Allah Resulü de (sav), Kıyametin bazı alâmetlerinden bahsetti. Adam, bundan sonra peygamber Efendimizin huzurundan ayrılıp gitti.
Arkasından Rasulullah (sav) ashabına hitaben:
O adamı bana geri çeviriniz, diye emretti. Ashap adamı geri getirmek için derhal harekete geçtiler. Fakat adamı bir türlü bulamadılar. Yer yarılmış, sanki içine girmişti.
Bunun üzerine Allah'ın Resulü (sav):
İşte o Cebrail (a.s) dır. İnsanlara dinlerini öğretmek için insan kılığında geldi, buyurdu.
Hazret (ks) Melekler kişinin amelini nasıl yazarlar? Sorusuna şöyle cevap verdi: Hz. Süfyan (r.a) na sordular: "Bir insan, bir işi yapmaya niyet eder, sonra yapmazsa, o kimse o ameli işlemediği halde, Kirâmen Kâtibin melekleri nasıl yazarlar?" Diye sordular. Cevaben buyurdu ki:
"İnsanın iyiliğini ve kötülüğünü yazan melekler gaybı bilmezler. Lâkin güzel ve hayırlı bir amel yapmayı kalbinden geçirince, kişiden misk gibi güzel kokular yayılır. Melekler bu kokuyu aldıkları zaman o kimsenin iyilik yapmaya niyet ettiğini anlarlar. Kötülük yapmağa niyet ettiğinde de, kişiden rahatsız edici bir koku yayılır. Bu kötü kokudan melekler o kimsenin kötülük yapmaya niyet ettiğini anlarlar. Güzel amel işlemeğe niyet edince, kul yapmasa da melekler o niyeti yazarlar. Kötülüğe niyet edince ise, o kötülüğü yapmadıkça yazmazlar.
Bu, Allah’u Teâlâ'nın kuluna acıması ve ihsanındandır."
Hazret (k.s) Cin ve Şeytanlar hakkında çok önemli bilgiler verdi:
Cin ve Åžeytanlar:
Cin ve şeytanlar, saf ateşten, yani, dumansız ateş alevinden yaratılmış ruhanî varlıklardır. Cinler de melekler gibi görünmeyen gizli varlıklar olup Allah’ın (c.c) izniyle çeşitli suret ve şekle girmeye ve zor işler başarmaya muktedir, fakat cins ve mahiyet bakımından meleklerden ayrı yaratıklardır. Cinler arasında da insanlar gibi evlenme vardır. Onlar da Allah'a iman ve ibadetle mükelleftirler. Bazıları isyankâr olup kâfir, bazıları da itaatli mümindirler. Ancak şeytanların hepsi isyankâr ve kâfirdirler. Sırf şer işleyen, insanları yoldan çıkarmakla meşgul olan varlıklardır. Şeytanların mümini ve itaatlisi yoktur.
Cinler, Allah'ın izni ve hükmü olmadan hiç kimseye ne iyilik, ne de kötülük yapabilirler. Cinler gaybı bilmez, Allah'ın Peygamberlerine bildirdiği İlâhî Vahye vakıf olamazlar. Cinler insandan evvel yeryüzünün idare ve tedbirini görmekle vazifelendirilmişlerdir, ancak yeryüzünde çok kötülük yaptıkları, fesat çıkardıkları için, sonunda bu görevden azledilmişlerdir. Yerlerine, insanoğlu tayin edilmiş, yeryüzünün sahipliği makamına getirilmiştir.
Peygamber Efendimiz (sav), insanlara olduğu gibi cinlere de Peygamber olarak gönderilmiş, tebliğ vazifesini cinler arasında da yerine getirmiştir. Kuran-ı Kerim’de Cin suresinde bu husus, açık bir şekilde beyan buyrulmuştur.
Meleklerin ve Şeytanların İnsan Davranışlarına Tesirleri Var mıdır?
İnsan, yaratılış bakımından, Madde ve Ruhtan oluşmuştur. Maddî cephesini, fizikî görünüşü olan bedeni ve onun tabiî ihtiyaçları; Manevî cephesini de, mahiyeti bilinmeyen Ruhu ve Aklı teşkil eder. Bu yaratılışının neticesi olarak, yüce Allah, (c.c) insana iki türlü duygu vermiştir.
Birincisi, insanın ruh ve mana cephesi ile ilgili olan yüce duygulardır ki, bunlar insanı ruhanî ve ulvî hayata sevk eder.
İkincisi ise, insanın maddî ve fizikî yönü ile alâkalı olan bir takım nefsanî duygulardır. İnsan bu duygularına kayıtsız şartsız uyarsa, ruh cephesi zayıflar, âdeta maddeleşerek adîleşir. İnsandaki bu iki çeşit duyguya mukabil, kâinatta da iki çeşit varlık yaratılmıştır: Melekler ve şeytanlar. Melekler insandaki ulvî duyguları harekete geçirir, ona iyiliği telkin ederler. Şeytanlar ise, insandaki nefsanî duyguları körükleyerek onu daima kötülük işlemeye sevk ederler.
Peygamber Efendimizin (sav), Hâdis-i şerifinde bu husus şu şekilde buyrulur:
"İnsan kalbine iki yönden baskı ve telkin gelir. Birisi melektendir ki, hayrı söyler, hakkı tasdik eder. Kalbinde bunu bulan kimse bilsin ki, Bu, Allah'tandır. Ve Allah’u Teâlâ'ya Hamd etsin.
İkinci telkin ise, Şeytandan gelir; Şerri teşvik eder, hakkı yalanlar ve insanı hayırdan meneder. Kalbinde bunu bulan kimse, derhal Şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın."
Şu halde, manen yükselmek, ruhen inkişaf etmek isteyen herkes, Şeytanın içinde uyandırdığı nefsanî ve kötü arzuları susturmak ve onunla mücadele etmek zorundadır. Ve bu hususa çok önem vermekle beraber son derece insan kendisine dikkat etmelidir daima iyi düşünüp iyi kararlar vermeli aldığı kararlar ve tatbikatları Allah (c.c) emirlerine ters düşmemelidir. Cenab-ı Hak cümle Muhammet Ümmetiyle beraber hepimizi niyet ve amellerimizi rızasına uygun yapmamızı nasip etsin. Âmin. İnşâallah. Vesselâm.
Hazret’in (ks) kitaplara iman ve Kuran-ı Kerim hakkındaki geniş sohbeti:
Allah’u Teâlâ insanlara gönderdiği Peygamberlerin bir kısmına, birer de kitap indirmiştir. Bu kitaplarla Allah (c.c),Peygamberleri vasıtasıyla insanlara emir ve yasaklarını bildirmiş; Onlara iyiyi, güzeli öğretmiş, doğru yolu göstermiştir. İşte bu kitaplara, Allah'ın kitapları manasına İlâhî Kitaplar denir. Ayrıca semavî kitaplar, mukaddes kitaplar adı da verilir. İslâm dinî Allah'ın indirdiği bütün İlâhî Kitaplara inanmayı emreder. Bu imanın özü şudur:
Her Peygambere Vahiy gelmiştir. Bazı Peygamberlere gelen vahiyler, bir araya getirilerek müstakil birer kitap halini almıştır. Kendilerine kitap verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilmiş olan İlâhî bir kitaba tâbi olmuş, onun hükümlerini, gönderildikleri insanlara anlatmışlardır.
Kuran-ı Kerim en son İlâhî Kitap’tır. Son Peygamber Hz. Muhammed'e (sav) indirilmiştir. Kuran’da çeşitli peygamberlerden bahsedilmekte ve bu Peygamberlerden bazılarına kitaplar verildiği anlatılmaktadır. Her Müslüman, Kuran’a inandığı gibi, Kuran’ın haber verdiği bu İlâhî kitaplara da inanmalıdır. Bu iman, İslâm'ın inanç esasları arasında mühim bir yer tutar. Çünkü Kur'an da, daha önce indirilmiş İlâhî kitaplar gibi bir İlâhî kitaptır. Geçmişteki İlâhî kitaplara inanmak Kuran’a inanmayı gerektirdiği gibi, Kuran’a inanmak da geçmişteki İlâhî kitapların varlığını kabul etmeyi gerektirir.
İlâhî Kitaplar Kaça Ayrılır, İsimleri Nelerdir?
Kuran'dan önce indirilmiş olan İlâhî Kitaplar ikiye ayrılır: 1. Küçük kitaplar, 2. Büyük kitaplar.
Kuran’dan önce indirilmiş olan küçük kitaplara, sahifeler manasına "Suhuf" denir. Bunlar, kitap denemeyecek hacimde birkaç sayfalık kitapçık veya risaleciklerdir. Hepsi yüz sahifedir. Kendilerine Suhuf verilen peygamberler: Âdem (a.s), Şît (a.s), İdris (a.s)  ve İbrahim (a.s) Peygamberlerdir. Bunlardan âdem Peygambere on sahife, Şît Peygambere elli sahife, İdris Peygambere otuz sahife ve İbrahim Peygambere on sahife verilmiştir. Kuran’ın dışındaki büyük kitaplar üç tanedir. İsimleri: Tevrat, Zebur ve İncil'dir. Böylece Kuran’la birlikte dört büyük kitap olmuş olur.
Bunlardan Tevrat, Musa Peygambere, Zebur Davut Peygambere, Ä°ncil de Ä°sa Peygambere indirilmiÅŸtir. Kur'an ise, hepimizin bildiÄŸi gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (sav) indirilmiÅŸtir.
Diğer İlâhî Kitaplarla Kur'an Arasındaki Fark Nedir?
Kuran’dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitapların hiçbiri Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitapların aslı değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve batıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Musa’dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hatta bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği.Bugün elde olan nüshanın Hz. Musa’dan çok sonra bazı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir.  Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa’ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnat ve iftiralar yer almakta; Tevhit dininin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır. Davut’a (a.s) gelen Zebur da, Tevrat'ın maruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır.
İncil'e gelince, Hz. İsa (a.s) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü otuz yaşında peygamber olmuş. Otuz üç yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden, şehre dolaşıp, halkı irşat için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, yazarlarının adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa’nın havarîlerine verdiği vaazlarını, ders ve irşatlarını ihtiva eden bir kitap görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsa’nın havarîleri olan ilk müminler değil, havarileri görüp Hz. İsa’ya gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.
Eldeki mevcut İncillerde bir takım içerik ve anlatış farklılıkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, Milattan Sonra üç yüz yirmi beş tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir papaz topluluğunun kararı ile kabul edilmiştir. Bu heyet, yüzlerce İncil'i incelemişler, üç yüz on sekiz üyenin ittifakı ile aralarında Hz. İsa’yı yücelten tarafı olduğunu ileri süren bugünkü dört İncil'i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir. Görüldüğü gibi, Hz. İsa’nın (hâşâ) Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa’dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir. Hatta bu karara bazı Hıristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü dört İncil'in, Hz. İsa’ya indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.
Kuran’ın Dışındaki İlâhî Kitaplar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?
Biz Müslümanlar, Hz. Musa (a.s), Hz. Davut (a.s) ve Hz. İsa (a.s)'a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu kitapların hak ve tevhit dinîne aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.
Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan kitapların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat içine hurafe ve batıl itikatların karıştığı da bir gerçektir. Bu sebeple, bu kitaplara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kuran’a uygun hükümlerin, Vahiy mahsulü olduğunu kabul ederiz. Kuran’a ters düşen hükümlerin ise, sonradan o kitaplara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitapların Kuran’a uygunluk veya zıt düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların Vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.
Bu hususta Ebû Hüreyre (r.a) şöyle demiştir: "Ehl-i Kitap, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arap diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi.
Bu hususta Rasulullah Efendimiz (sav) ashabına şöyle buyurdu:
Siz ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzip ediniz. Dedi ve
Kuran’ı Kerim’den şu ayeti kerimeyi okudu: "Biz Allah'a, bize indirilen Kuran’a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup ve torunlarına indirilenlere; Musa’ya ve İsa’ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rableri katından gönderilen (kitap ve ayetler)'e iman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlarız." (Bakara, 136)
Kur'an-ı Kerim Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır?
Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhî fermanı olan Kur'an-ı Kerim, yirmi üç senede ayet, ayet, sure, sure nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) kendisine nazil olan ayet ve sureleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezberler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan ayetleri ve sureleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen ayet ve surenin nerede yer alacağı, Kuran’ın neresine gireceği de bizzat. Peygamberimize Cebrail (a.s) vasıtasıyla bildiriliyor, o da Vahiy kâtiplerine tarif ederek. Gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kuran’ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Ayrıca Cebrail (a.s) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş ayet ve sureleri Peygamberimize yeni baştan okurdu. Peygamber Efendimizin (sav) vefatından evvelki son Ramazanda Cebrail (a.s) yine gelmiş, ancak bu sefer Kuran’ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril okumuş, Peygamberimiz (sav) dinlemiş; İkinci seferde ise Peygamberimiz (sav) okumuş, Hz. Cebrail (a.s) dinlemişti. Böylece Kur'an, son şeklini almıştı. Bununla beraber, Hz. Peygamber'in sağlığında Kur'an-ı Kerim, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde Sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor. Hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.
Nihayet Hz. Ebû Bekir'in (r.a) hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sabit’in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kuran’ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashab’dan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, Sure ve Ayetler Peygamberimizin tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitap hâline getirilmiş oldu.
Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, bozulma ve değişikliğe uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tespit edilmişti.
Hz. Osman (r.a) zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaf’tan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi.
Bugün elde mevcut olan Kuran'lar, işte bu Kuran’dan çoğaltılmıştır. Kur'an tespit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer İlâhî Kitaplardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tespit edilip ortaya konmuş; Bin dört yüz senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kuran’ın ezberleme kolaylığının, hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyat ve diline erişilememesinin ve toplanmasında azamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebep, Kuran'ı Cenâb-ı Hakk'ın korumasına ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfız ve mana bakımından bir mucize olarak devam ettirmeyi taahhüt etmesidir.
Nitekim Kuran’ı Kerim’de şöyle buyrulur: "Muhakkak ki bu Kuran’ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz." (Hicr, 9).
Bugün yeryüzündeki bütün Kuran’lar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile okunmaktadır. Bu özellik, Kuran’dan başka herhangi bir beşerî kitaba nasip olmadığı gibi, semavî kitaplardan hiçbirine dahi nasip olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar geçerli ezelî fermanı olan Kuran’ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvî bir şerefe nail olması da, elbette zarurî ve lüzumludur.
Kur'an-ı Kerim Niçin Arapça Olarak Gelmiştir?
Kur'an-ı Kerim’in Arapça gelmiş olmasındaki sebep ve hikmetler cümlesinden şu kadarını söylemek yerinde olur ki: Arapçada dil bilgisi fevkalâde zengin ve kıvrak bir dil olma özelliğine ilâveten, her türlü mana kaymalarına ve yanlış anlamalara karşı son derece sağlam bir ifade kudret ve kabiliyetine de sahiptir. Bu bakımdan İngilizce ve Fransızca gibi en gelişmiş diller de dâhil, yeryüzünde hâlen hiçbir dil, Arapça ile boy ölçüşebilecek ifade gücüne sahip değildir. İşte birçok bilginler, Kur'ân-ı Kerim’in Arap dili ile gelmiş olmasını büyük ölçüde Arapçanın bu özelliği ile açıklar ve ondaki ifade gücüne bağlarlar. Fakat onların da dikkatlerinden kaçmış olan çok önemli bir husus daha vardır ki, o da; Arapçanın telâffuzu en kolay bir dil olmasıdır. Çünkü Arapçada, sadece dört sesli harf kullanır. Dünya dilleri arasında en az sesli harf kullanan bir dil olması bakımından da dünyanın en kolay telâffuz edilebilen bir dilidir. Çünkü bir dilin telâffuzundaki zorluk, o dildeki sesli harflerin çokluğu ile ölçülür. Bilindiği gibi Türkçede sekiz sesli harf vardır. İngilizce ve Fransızcada sesli harflerin sayısı on tanenin üstündedir. Diğer dünya dilleri de yedi, sekiz sesliden daha az değildir.
Hâlbuki Arapçada (A, E, İ ve U) olmak üzere yalnız dört sesli harf vardır, bunlar da, hemen, hemen bütün dillerde bulunan ve en çok kullanılan seslilerdir. Bu itibarla bir Arap, başka bir dili öğrenmek ve iyi konuşabilmek için aslında kendi ana dilinde olmayan bazı sesleri de öğrenmek ve kendini bu seslere alıştırmak zorundadır. Hâlbuki aslen Arap olmayan biri, Arapçadaki seslere intibak bakımından hiçbir zorlukla karşı karşıya kalmayacaktır.Çünkü zaten Arapçadaki sesler, kendi dilinde de en çok kullanılan ana seslerdir.
Kur'an-ı Kerim’in namazda aslından okunması lüzumu ve bunun Arap olmayan diğer.Müslümanlar için de bir farz olduğu düşünülürse, Kuran’ın Arapça olması ile diğer Müslüman milletlere nasıl bir kolaylık sağlandığı ve İslâmiyet’in neden cihanşümul bir din olduğu daha iyi anlaşılmış olur. Böylece Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerim’i Arapça indirmekle, sadece anlaşılmak bakımından da en fazla kolaylık sağlayan bir dil seçmiştir:
Kuran’ı Kerim’de bu husus şöyle beyan edilmektedir.
"Çünkü "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez." (Bakara- 186).
Hazret (ks) Yahudi nasıl Müslüman oldu Menkıbesini anlattı:
Hicrî ikinci asır sonlarında hilâfet makamına oturan Abbasî halifelerinden El-Me'mun, dış dünyaya açık bir devlet adamıydı. Zamanında Müslüman - Hıristiyan bütün ilim adamları ondan itibar görmüş, yabancı dildeki ilim kitapları Arapçaya tercüme edilerek bilgi alış verişinde bulunulmuştur. O kadar ki Me'mun zamanında yerin yuvarlak olduğu resmen tespit edilmiş, kurulmuş olan "Nısfünnehar" Usulüyle arzın çapını ölçmek gibi bazı ilim meselelerinde kesin hükme varılmıştı. Bu çalışmaları sırasında Me'mun, meclisinde cin fikirliliği ile dikkatini çeken bir Yahudi ilim adamına bir gün şöyle bir sual sordu: Madem hâdiseleri bu kadar akılcı bir anlayışla inceleyebiliyorsun? Neden Müslüman olmuyorsun? Kuran’la, İncil, Tevrat arasındaki farkı bilmiyor musun? Yahudi şöyle cevap verdi:
Bu mevzuda çalışma yapıyorum. Çalışmam bitince vardığım kararı size bildiririm. Me'mun Yahudi'ye baskı yapmayı düşünmedi. Çünkü biliyordu ki baskıyla imana gelinmez, korkuyla Müslüman olunmazdı. Yahudi’yi kendi hâline terk eden Me'mun, ona bir daha bu mevzuda sual sormadı. Aradan bir sene geçmiş ve Yahudi yine Me'mun'un meclisindeki ilim adamlarıyla sohbete başlamıştı. Ancak, bu Yahudi, bir sene önceki Yahudi değildi. Bu defa İslâm'ı bütünüyle benimsemiş, Kuran’ın ahkâmını tamamıyla kabullenmişti.
Me'mun buna şaştı: Hayırdır inşallah. Bir sene önceki Kuran’la bir sene sonraki Kur'an arasında, ne fark var ki o zaman iman etmediniz de bu sene İslâm'a girdiniz?
Yahudi şöyle izah etti: - Efendim, şüphesiz bir sene önceki Kuran’la bir sene sonraki Kur'an arasında hiç bir fark yoktur. Beni İslâm'a yaklaştırıp, imana girmeme sebep olan da budur zaten. Nedir, Kuran’ın değişmezliği mi?
Evet. Bakın çalışmalarım nasıl cereyan etti ve ben nasıl bir sonuçla Müslüman oldum, onu arz edeyim sizlere. Ve şöyle devam etti: Önce evime çekildim. Günlerce İncil yazmaya koyuldum. Üç tane İncil nüshası yazdım. Birincide birkaç satırı eksik bıraktım. Ötekinde hiç bir eksik yoktu. Üçüncüsünde ise birkaç satır fazlaydı. Kendimden yapmıştım ilâveyi. Ben bu üç İncil'i de alıp kiliseye gittim. Papaza gösterdim. Papaz efendi üçünü de inceledi, tetkik etti. Sonunda satın aldı ve yaptığım hizmetten dolayı da beni tebrik etti. Dönüp geldim, aynı şeklide üç Tevrat nüshası yazdım. Bunun da birincisinde bazı ayetleri yazmadım. Eksik kaleme aldım. İkincisi noksansızdı. Üçüncüsünde de birkaç satır ilâve ederek olmayanları da var gösterdim. Bunu da Haham'a gösterdim. Haham inceledi, üçünü de beğendi, parasını vererek satın aldı, ayrıca da teşekkür etti. Bu defa sıra Kuran’daydı. Kur'an büyüktü. Tamamını yazamazdım. Sadece üç cüz yazabildim. Birinci cüz'ünde birkaç satırını eksik bıraktım. İkinci cüz'ü tamam yazdım. Üçüncü cüz'ünü de birkaç satır ilâve ile olmayanı var göstererek yazdım. Büyük bir merak ve özenle bütün din adamlarını gezdim. Hepsine de yazdığım Kuran'ı gösterdim, almalarını söyledim. Hepsi de önceden memnuniyetle alacaklarını söylediler. Ama şöyle bir bakıp inceleyince hepsi de aynı yerlerdeki hataları yakaladılar. Bu cüzde şu, şu satırlar eksik, bu cüz ise tamam. Şu cüzde ise şu, şu satırlar ilâve edilmiş, fazla yazılmış. Kuran’ın aslında böyle bir kelime yoktur. Hepsi de benim yazdığım Kuran’ı ezberlerinden eksiksiz okudular, düzelttiler. Ben anladım ki, Kur'an nasıl nazil olmuşsa aynen korunmuş, aynı tazelik ve sağlamlığını da muhafaza etmektedir. Kuran’da ilâve-noksan söz konusu değil. Nazil olduğu şekli aynen koruyan en son kitaptır. Bundan sonra Müslüman oldum. İşte İslâm'a girmeme sebep olan araştırma böyle oldu. O sırada Basra kadısı olan Yahya bin Eksem bu hâdiseyi hacca gittiğinde büyük veli Süfyan bin Uyeyne'ye anlatır. Süfyan Hazretleri şöyle cevap verir: - Bu hâdise, Kuran’ın, bir ayetinin de fiilî tasdikidir. Rabbimiz (Tevrat ve İncil'i) ben muhafaza edeceğim diye bir teminat vermemiştir. Ama Kur'ân-ı Kerim için böyle bir ilahi teminat vardır.
Allah’u Teâlâ Kuran’ı Kerimde şöyle buyurur:
Kuran’ı biz indirdik, onu biz muhafaza edeceğiz! (Hicr–9)
Hazret (ks) KUR'AN-I KERİM hakkında bilgi verdi:
Kur'an Nedir?
Kur'an-ı Kerim, Allah'ın (c.c) insanlara indirdiği son Mukaddes Kitaptır. Kur'an, son Peygamber Hz. Muhammed'e (sav) Cebrail (a.s) tarafından vahiy yoluyla indirilmiş ve ondan tevatür (Nakil olunan doğru bilgi) yoluyla nakil edilerek günümüze kadar gelmiştir. Kur'an-ı Kerim ferde ve cemiyete, bütün insan sınıflarına, bütün memleketlerde ve bütün devirlerde insan hayatının bütününe, maddî - manevî bir hidayet rehberidir. Hükümet başkanından, kumandandan sade vatandaşa ve sokaktaki adama kadar herkes, orada kendisiyle alâkalı olanı bulur. Dünyevî ve uhrevî huzur ve saadeti için gerekli bilgi ve dersleri ondan alır.
Kuran’ın sahip olduğu meziyet ve özellikler, ayetlerde ve hâdislerde şu şekilde. Beyan buyrulmuştur:
«İşte bu (Kur'an), bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin.» (Enam, 155).
««Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa (Hıristiyanlara ve Yahudilere) indirildi, biz ise onların okumasından gerçekten habersizdik» demeyesiniz diye;» (Enam, 156).
«Yahut «Bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk» demeyesiniz diye (Kuran’ı indirdik). İşte size de Rabbinizden açık bir delil, hidayet ve rahmet geldi. Kim, Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalimdir! Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.» (Enam, 157).
«Bu indirdiğimiz, kendinden öncekileri doğrulayan, Mekkelileri ve etrafındakileri uyaran mübarek Kitap’tır. Ahirete inananlar buna inanırlar, namazlarına da devam ederler.» (Enam, 92).
«Onlar, hâlâ Kuran’ın Allah kelâmı olduğunu ve manasını düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok söz ve ifadeler bulurlardı.» (Nisa, 82).
«Ramazan ayı ki onda Kuran, insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi.» (Bakara, 185).
«Cebrail'e düşman olan kimse Allah'a düşmandır», çünkü O, Kuran'ı Allah'ın izniyle kendinden öncekini tasdik ederek, yol gösterici ve inananlara müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.» (Bakara, 97).
«Bu Kur'an, akıl sahiplerinin, ayetlerini iyice düşünüp anlamaları ve ders almaları için, sana indirdiğimiz saadet kaynağı bir kitaptır.» (Sâd–29).
Hz. Ali (krv) şöyle dedi:  "Bakınız, ben Rasulûllah'dan (sav): "Yakında fitneler kopacaktır." Buyurduğunu işittim. Ben de bunun üzerine, "Ey Allah'ın elçisi, bu fitnelerden kurtuluşun çaresi nedir?" Diye sordum. "Allah'ın kitabı, Kuran’dır." Buyurdular.
Hz. Peygamber, (sav) Kuran’ın özelliklerini şöyle açıkladı: Onda, sizden öncekilerin tarihi, sonrakilerinin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü vardır. O, Hak ile Batılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür. Her kim hidayeti ondan başkasında ararsa, Allah onu şaşırtır. O, Allah'ın kopmayan sağlam ipi, kuvvetli fikir kitabı ve doğru yoldur. Kur'an, ilim adamlarının doymadığı, asla tekrarlanmaktan eskimeyen ve hayret veren üstünlükleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. Yine O, öyle eşsiz bir kitaptır ki, cinler dahi onu dinlediği zaman, "Biz, doğruluk ve olgunluk yolunu gösteren harikulâde bir Kur'an dinledik" demekten kendilerini alamamışlardır. Ona dayanarak konuşan doğru söylemiş, O'nu tatbik eden sevap kazanmış, O'nunla hükmeden adalet etmiş ve insanları O'na davet eden dosdoğru yola yöneltmiş olur.
"Kur'an apaçık bir nur, hakîm bir zikir ve en doÄŸru yoldur." Â
"Kim Allah'ın kitabından bir ayet okursa, Kıyamet günü kendisine nur olur."
"Evlerinizi namaz kılarak ve Kur'an okuyarak nurlandırınız."  Buyurmuştur.
Kuran’ın isimleri:
Kur'an, kelime olarak, "toplamak, okumak, bir araya getirmek" manalarına gelir.
Ayet ve sureleri bir araya getirdiği; İslâm'ın itikat, ibadet, ahlâk, hukuk, v.s. esaslarını toplayıp ihtiva ettiği; Dünyada en çok okunan ve okunacak olan kitap olduğu için Kuran ismini aldığı ifade edilir.
Kuran’ın daha birçok isimleri vardır. Bu isimlerden bazıları şunlardır:                                                  Kitap, Furkan, Zikir, Hükm, Hikmet, Şifa, Huda, Rahmet, Ruh, Beyan, Nimet, Burhan, Nur, Hakk. Genelde herkes tarafından bilinen isimler bunlardır.
Kuran'ın unsurları:
Kuran’ın 4 unsuru vardır:
1. Lâfız, yani, okunur olması.
2. Arapça olması.
3. Hazret-i Muhammed'e (sav) indirilmesi.
4. Ondan bize eksiksiz, noksansız, tevatür (Nakil olunan doğru bilgi) yoluyla nakledilmiş olması.      Bu dört unsurdan biri eksik olunca Kur'an olmaz.Tercüme ve meallere Kur'an denilemez ve bunlar Kuran’ın yerini tutamaz.
Vahy-i Metlûv: Allah, (c.c) Cebrail (a.s) vasıtasıyla bazen de başka şekillerde, doğrudan doğruya kelâmını, emir ve iradesini, hikmetlerini Peygamber Efendimize (sav) indirmiş, bunlar Kuran’ı meydana getirmiştir.
Kur'an, Vahyin en yüksek şeklidir.
Kur'an, sadece manası değil, aynı zamanda lâfızları itibariyle de Peygamberimizin (sav) kalbine Vahy edilmiştir. Kuran'a Vahy-i Metlûv denilmesi bundandır.
Kur'an sadece mana değil, lâfız (kelime) ile mananın bütünüdür. Kur'an, Peygamber Efendimize (sav) bütün olarak gelmemiştir. Ayet, ayet, sure, sure nazil olmuştur.
Kur'an mucizesi: Kur'an, insanlığın hakikî saadetini temin edecek her türlü itikat, amel ve ahlâk esaslarını içine alır. Hem lâfzı, hem de manası itibariyle, en büyük ve ebedi bir mucizedir.
Peygamberimiz (sav) bu hususta şöyle buyurmuştur: "Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları kadar mucize verilmiş olmasın. Mucize olarak bana verilen ise, ancak Allah'ın (c.c) bana Vahy ettiği. Kuran’dır. Bunun için kıyamet gününde ben, peygamberlerin en çok ümmeti bulunanı olacağımı ümit ederim." H.Ş.
Gerçekten de, diğer peygamberlerin mucizeleri devirleri geçtikçe bitmiştir. Kur'an mucizesi ise, kıyamete kadar bakidir.
Kur'an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde Kuran’ın mucize olduğu hususu, ısrarla belirtilir: "De ki, bu Kuran’ın benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler ve hatta birbirlerine yardım da etseler, onun gibisini meydana getiremezler." (İsrâ, 88).
Kur'an, lâfzı gibi, manası bakımından da mucizedir.
Peygamber Efendimiz (sav) okuma- yazma bilmezdi. Kimseden bir şey öğrenmemişti. Bu yüzden ümmî sayılıyordu. Böyle olduğu halde, onun ortaya koyduğu kitap, en yüksek hakikatleri ihtiva etmekte; İlmin ve tecrübenin yüzyıllarca uğraşarak ortaya koyduğu birçok ilmî gerçekleri 14 asır evvel haber vermektedir. Bu da Kuran’ın doğrudan doğruya Allah kelâmı olduğunu göstermektedir. Meselâ, Güneşin kendi etrafında dönerek, ayrıca kendine bağlı birçok gezegeniyle birlikte sabit bir noktaya doğru yol aldığını; Hâlbuki Kur'an bu ve bunun gibi birçok gerçeği, asırlar öncesinden haber vermiştir. İlim ve fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kuran’a aykırı düşemez. Bilakis olumlu ve içtimaî ilimlerin ilerlemesi Kuran’ın tefsirini ve açıklanmasını kolaylaştırır. "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşmekte; İhtiva ettiği hakikatler daha parlak şekilde ortaya çıkmaktadır." Kur'an-ı Kerim’in diğer bir mucize olan yönü de, sonradan olacak birçok şeyleri önceden haber vermesidir. Verdiği haberler, sonradan aynen çıkmıştır. (Bizanslıların ateşperest İranlıları yeneceği; Mekke'nin fethedileceği haberleri)
Kur'an-ı Kerim’in ihtiva ettiği hakikatler: Kur'an-ı Kerim, insanlara itikat, ibadet, ahlâk, iktisat, siyaset, tarih, hukuk, insan, kâinat ve kâinat ötesi gibi birçok hakikatlerden bahsetmiştir. Kuran’ın bahsettiği bu hakikatlerin en önemlilerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Kur'an bütün insanları Allah'ın (c.c) varlığına, birliğine imana, yani, Tevhit inancına davet eder. Zihinlerde Allah'ın (c.c) kudret ve azametini tespit edip yerleştirir.
2. İnsanları putperestlik ve şirkten şiddetle meneder. Yalnız ve yalnız, tek olan Allah'a (c.c) ibadet etmeye ve Allah’a (c.c) hiçbir şey'i ortak koşmamaya davet eder.
3. Kur'an insanları ilme, irfana, tefekküre çağırır. İnsanları gaflet içinde şuursuzca yaşamaktan meneder. Allah'ın (c.c) kudret ve hikmetine dikkat etmelerini, kâinata ve hâdiselere ibret gözüyle bakmalarını ister.
4. İnsanlara gönderilmiş bazı peygamberler ve onların ümmetlerini irşat ve tebliğ yöntemleri ve şekli hakkında bilgi verir. Geçmiş ümmetlerin hallerinden ders almamızı söyler. İnsanları son Peygamber Hazret’i Muhammet’e (sav) tabi olmaya çağırır.
5. İnsanların nefislerine esir olmamalarını, dünyayı âhirete tercih etmemelerini, dünyada her an imtihan içinde olduklarını unutmamalarını bildirir.
6. Müslümanların dinlerinde sebat etmelerini, daima hakka tâbi olup hakkı savunmalarını, düşmanları karşısında kuvvetli olmalarını tavsiye eder.
7. İçtimaî, iktisadî ve siyasî hayatta takip edilmesi gereken temel esasları ve saadet düsturlarını haber verir.
8. İnsanlar arasında adalet, istikamet, tevazu', sevgi ve şefkat, ihsan, afv, edeb ve eşitlik gibi ahlâkî değerleri tavsiye eder. İnsanları zulümden, hıyanetten, kibirden, cimrilikten, intikam duygularından, katı yüreklilikten, fuhuştan, haramdan meneder.
9. Allah'ın (c.c) kâinata koymuş olduğu kanunların değişmeyeceğini, muvaffak olabilmek için bu kanunlara riayet etmenin lüzumunu anlatır. İnsana kendi gayret ve çalışmasından başka hiçbir şeyin fayda vermeyeceğini bildirir.
10. İslâm'a uyanların Cennete, uymayanların ise Cehenneme gireceğini bildirir. Bu dünyanın, âhiretteki ebedî Cenneti ve saadeti kazandıracak bir imtihan meydanı olduğunu haber verir.
Kuran’a Karşı Vazifelerimiz
Bir Müslümanlar olarak Kuran’a karşı ilk vazifemiz, onun ve ihtiva ettiği hakikatlerin hak olduğunu tasdik etmektir. Daha sonra, onu okumak, manasını anlamak ve emirlerini tatbik edip yaşamak, fert ve cemiyet olarak hayatımıza hâkim kılmak gibi diğer vazifeler gelir.
Her Müslümanın, namazı caiz olacak kadar Kuran’dan bir bölüm ezberlemesi farz-ı ayndır. Fatiha suresiyle birlikte başka bir sureyi daha ezberlemek vâcibdir. (Bununla farz da yerine getirilmiş olur).
Kur'an-ı Kerim’in bütününü ezberlemek ise, farz-ı kifâyedir. Yani bir kısım Müslümanların Hafız olması, diğer Müslümanları mesuliyetten kurtarır. Ancak Kuran’ı ezbere bilen hiç kimse kalmazsa bütün Müslümanlar mesul olur.
Kuran’ı namaz dışında yüzünden okumak, ezbere okumaktan daha faziletlidir. Zira bu okuyuşa hem göz, hem de dil iştirak eder. Ezbere okumaya ise sadece dilin iştiraki vardır. Kuran'ı namaz dışında da, kıbleye yönelerek, temiz giyimli olarak ve edebilice oturarak okumak müstehabtır.
Okumaya başlarken Eûzü-Besmele çekilmesi de yine müstehabtır. Kuran’ı yüzünden abdestli olarak okumak farzdır. Çünkü abdestsiz Kuran’a el sürülmez. Kuran’ı güzel sesle ve tecvitle okumak müstehabtır. Peygamber Efendimiz (sav) bir hâdis-i şeriflerinde "Kuran’ı seslerinizle tezyin (güzel okumakla, süsleyiniz) ediniz." Buyurmuştur. Kuran’ı tecvide aykırı şekilde nağmelerle okumak caiz değildir. Kelimeleri değiştiren, manayı bozan okumalar da haramdır. Kur'an okumayı öğrenmiş olan kimse, sonradan yüzünden okuyamayacak derecede unutsa günahkâr olur. Kuran’ı okumak gibi, başkasına okutmak, öğretmek de sevabı çok bir ibadettir.
Ücretle Kur'an okumayı bazı âlimler caiz görmüşse de, bunu bir geçim yolu olarak benimsemekten kaçınmak gerekir.
Yırtık ve eski olup kullanılmayan Mushaf yakılmaz. Temiz beze sarılıp toprağa gömülür. Yahut toz gelmeyen temiz bir yere konur. Kur'an okumak ve okutmanın fazileti ile ilgili olarak hâdis-i şeriflerde Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
"Kuran’ı okuyan ve gereğini olduğu gibi tatbik eden mümin, kokusu hoş, tadı güzel turunç meyvesi gibidir. Kur'an okumayan, fakat gereğini tatbik eden mümin, tadı olan ve fakat kokusu bulunmayan hurmaya benzer. Kur'an okuyan, fakat gereğini tatbik etmeyen münafık da, sadece kokusu hoş olan fesleğen gibidir. Kur'an okumayan münafık da, tadı acı ve kokusu çirkin Ebû Cehil karpuzuna benzer." H.Ş.
"Ümmetimin yapacağı en faziletli ibadetlerden biri de Kur'an-ı Kerim’i yüzüne bakarak okumasıdır." H.Ş.
"Kul, Kur'an-ı Kerim’i hatmettiği zaman hatim duası esnasında 10 bin melek ona bağış talebinde bulunur." H.Ş. (Allah’u Ekber)
"Evlerinizde Kur'an okumayı artırınız. Bir ev ki, onda Kur'an okunmaz, o evin hayrı azalır, şerri çoğalır. Ehline (Aile reisinin kazancına) darlık gelir." H.Ş.
"Kuran’ı oku, yasak ettiği şeyleri anla. Şayet okuman seni yasaklardan almıyorsa, onu okumuş, anlamış sayılmazsın." H.Ş.
" Kur'an ve Oruç kıyamet günü kula şefaat edecekler.
Kur’an diyecek: - Ey Rabbim, onu geceleri uykudan aldım. Ona şefaatimi kabul buyur.
Oruç diyecek ki: - Ey Rabbim, ben onu yemekten ve şehevî şeylerden gündüzleri alıkoydum. Ona şefaatimi kabul buyur. Şefaatleri kabul buyrulur."
Kur'an Okumanın Manevî Yönleri: Okunan Kuran’ın, insan ruhuna hâkim olması ve onu manen yükseltmesi için, dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır. Bu hususları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Okunan Kuran’ın büyüklüğünü ve ulviyetini anlamak.
Cenabı Hak Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: "Eğer biz Kuran’ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak o dağı, Allah (c.c) korkusundan baş eğmiş ve parçalanmış görürdün." (Haşr, 21)
2. Kuran’ı Kalb huzuru içinde okumak ve nefsanî düşünceleri terk etmek.
Sadatlardan birine, "Sen Kur'an okurken gönlüne başka şeyler gelir mi?" Diye sorulmuş. O da "Benim için Kuran’dan daha sevimli bir şey yoktur ki hatırıma gelsin" şeklinde cevap vermiştir.
3. Tefehhüm (anlamak). Kur'an okuyan kişi, okuduğu kısmın manasını imkân nispetinde anlamaya da çalışmalıdır.
Hazret (k.s) Kuran’ın ihlâsla okunması konusunda bir Menkıbe anlattı:
Bir Kur'an hocasından, çok genç bir delikanlı ders almaktaymış. Bu delikanlının benzinin cidden solgun olduğunu fark edenler, hocaya demişler ki: "Bu genç Kur'an okumak için bütün gece uyanık duruyor ve Kuran’ı bir gece zarfında hatmediyor." Bunun üzerine hoca sormuş:
Oğlum, haber aldım ki, sen bütün gece uyanık duruyor ve Kuran’ı hatmediyormuşsun.
Delikanlı bu söylenenin doğru olduğunu bildirince, hoca:
Oğlum, şu halde bütün gece zarfında Kur'an okurken beni önünde farzet ve bana Kur'an okuyormuş gibi yap, fakat beni hiç hatırından çıkarma, demiş.
Genç talebe bu teklifi kabul etmiş ve sabah olunca aralarında şu konuşma geçmiş:
Hocası talebeye sormuş: Dediğimi yaptın mı? Talebe evet hocam yaptım demiş. Hocası tekrar sormuş Kuran’ı hatmede bildin mi? Talebe cevap vermiş: Hayır Hocam Yarısından fazlasını okuyamadım. Demiş
Oğlum, o halde bu gece, Hz. Peygamberden (sav) Kuran’ı dinlemiş olan herhangi bir sahabeyi düşünerek oku. Dikkatli ol, çünkü sahabeler Kuran’ı bizzat Hazret-i Peygamberden (sav) dinlemiştir. Bu sebeple okurken sakın hata yapma.
Delikanlı "peki" dedikten sonra, o gece yine Kur'an okumuş, fakat bu sefer ancak dörtte birini okuyabildiğini hocasına söylemiş. Ertesi gece için de hocası onun bu sefer bizzat Hazret-i Peygamberi (sav) düşünerek okumasını tavsiye etmiş, talebe öyle yapmış, fakat Kuran’ın sadece bir cüz'ünü okuyabildiğini fark etmiş. Nihayet, hocası ona:
Oğlum, bu gece de Allah'a (c.c) tövbe et ve kendini hazırla. Ve Allah'ın (c.c) huzurunda Kur'an okuduğunu düşün. Demiş.
Ertesi gün, hoca, talebesinin gelmesini beklemiş, fakat gelen olmamış. Durumu öğrenmek üzere gönderdiği bir adam, talebenin hasta yattığı haberini getirince, hocası bizzat giderek talebesini ziyaret etmiş ve onu ağlarken bulmuş. Talebe hocasına:
Hocam, Allah (c.c) size çok sevaplar ihsan eylesin. Ben şimdiye kadar Kuran’ı yalan yanlış okuduğumu, ancak bu son gece fark ettim. Çünkü Fatiha suresini açıp okumak istediğim zaman "Ancak sana ibadet ederiz" ayetine gelince, kendi nefsime bir baktım ve Cenâb-ı Hakk'ı bu ayetle tasdik ettiğimi göremedim. Bu sebeple de "Ancak sana ibadet ederiz" (İyyâke na'büdü) demekten, (yani bu ayeti okumaktan) utandım. Mütemadiyen "Malikî yevmiddîn" ayetine kadar gelip bir türlü "İyyâke na'büdü" ayetini okuyamadım. Böylece rükûa vardığım zaman, artık tan yeri ağarmıştı." Demiş.
Bu talebe bir saat sonra ruhunu teslim etmiş. Bir müddet sonra da hocası, bu talebenin kabrini ziyarete gittiği zaman, mezardan şu sesin geldiğini işitmiş: Ey hocam, ben diri olan Allah'ın (c.c) indinde diriyim. Allah (c.c) beni herhangi bir bakımdan hesaba çekmedi demiş.
Hazret (k.s) kitaplara iman, Kuran-ı Kerim önemi ve içeriği hakkında ki sohbetini kuran nasıl okunmalı menkıbesiyle tamamladı ve şöyle tavsiyede bulundu: Kuran okuyun, İlmihal okuyun, Fıkıh okuyun diye  tavsiyede bulundu.
Hazret (k.s) Peygamberlere Ä°man Konusunda geniÅŸ izahatta bulundu:
Peygamberlere Ä°man Ne Demektir?
Allah’u Teâlâ’nın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmek üzere elçi seçtiği büyük insanlara Peygamber denir.
Peygamberlere iman, Allah'ın insanları doğru yola iletmek, emir ve yasaklarını onlara duyurmak için Peygamber denilen elçiler gönderdiğine inanmak, Peygamberlik müessesesinin varlığını kabul etmek, Kuran’da Peygamber olduğu zikredilen kişilerin Peygamber olduklarını tasdik etmek demektir. Peygamberler de bizim gibi insan olmakla beraber, onlar Allah'ın seçkin kullarıdır. İnsan çalışıp çabalamakla, istemekle Peygamber olamaz. Peygamberlik, Allah vergisidir.
Peygamberler Niçin İnsanlar Arasından Seçilmiştir?
Allah'ın insanlara elçi olarak gönderdiği Peygamberlerini yine insanlar arasından seçmesi, onların insanlara her hususta örnek olmaları, Mürşitlik yapabilmeleri içindir. Peygamberler melekler arasından gönderilseydi, hiç şüphesiz bu netice alınamazdı. İnsana en iyi rehberliği, yine insanın yapabileceği açık bir gerçektir.
Resul ve Nebi Ne Demektir?
Kendisine müstakil bir din ve kitap verilen peygamberlere Resul, müstakil bir din ve kitap sahibi olmayıp kendinden önceki bir peygamberin kitabına uygun hareket etmekle vazifeli peygamberlere de Nebi adı verilir.
İnsanlar Niçin Peygamberlere Muhtaçtırlar?
İnsanlar kendi akıllarıyla Allah'ın varlık ve birliğini anlayabilseler bile, Allah’a mahsus sıfatları tamamen kavrayamazlar. Allah’a ne şekilde ibadet edileceğini bilemezler. åhiret işlerini, âhiretteki mesuliyeti idrak edemezler. Bütün bu hususları Allah'ın kendilerine bildirip öğretmesine muhtaçtırlar. İşte Allah, insanların bu ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, onlara peygamberler göndermiştir. Onlar vasıtasıyla, bilmeye muhtaç oldukları maddî ve manevî her hususu insanlara öğretmiştir. Eğer peygamberler gelmeseydi, insanlar Allah'ın varlık ve birliğini bilmenin dışında, hiçbir dinî hükümle mükellef tutulamazlardı. Hatta bazı Kelâm âlimlerine göre, Allah'ın varlığını, birliğini anlamaktan bile mesul olmazlardı.
Nitekim Cenabı Allah (c.c) Kuran-ı Kerim de:
Kim doğru yola gelirse ancak kendi lehine yola gelmiş ve kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmıştır. Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz. Buyrulmuştur. (İsra, 15)
İnsanlık hiçbir şey'i bilmez durumda iken her şey'i, her sanatı ve her bilgiyi peygamberlerden öğrenmişlerdir. Dünya ve âhirette mutlu olmanın ve huzurlu yaşamanın yollarını, birbirleriyle hoş geçinme kurallarını, ahlâk ve görgü kaidelerini insanlara öğreten yine peygamberler olmuştur.