"Veli olmak için ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmalıdır." Demişlerdir. Bu sıfatlar evliyada meydana gelir. Fakat bu benzerlik yalnız isimdedir ve uygunluk sıfatların topluluğundadır. Yoksa sıfatların hususiyetlerinde beraber olunmaz.
Allah’u Teâlâ’nın bir ismi "Melik"tir. Bu, her şeye hâkim, galip demektir. Talebe tasavvuf yolunda ilerlerken, kendi nefsine hâkim, galip olur ve başkalarının kalplerine tesir etmeğe başlarsa ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmış olur.
Allah’u Teâlâ’nın bir ismi de Semi’dir. Yani işiticidir. Talebe, doğru sözü herkesten kabul eder ve gizli hakikatleri, can kulağı ile duyarsa, bu sıfatla huylanmış olur.
Allah’u Teala’nın bir sıfatı da "Basîr"dir. Yani Allah’u Teâlâ her şeyi görür. Talebenin kalb gözü açılır ve firâset ışığı ile kendi ayıplarını ve başkalarının iyi huylarını görürse yani başkalarını kendisinden daha üstün görürse ve Allah’u Teâlâ’nın her an gördüğünü göz önünde bulundurarak, hep Allah’u Teâlâ’nın beğendiği şeyleri yaparsa, bu sıfatla huylanmış olur.
Allah’u Teala’nın bir sıfatı da "Muhyî"dir. Yani Allah’u Teala dirilticidir. Talebe unutulmuş sünnetleri canlandırır, meydana çıkarırsa, bu sıfatla sıfatlanmış olur.
Allah’u Teala’nın bir sıfatı da "Mümit" öldürücü demektir. Talebe sünnetlerin yerine yerleşmiş olan bidatleri, dinde sonradan çıkarılıp din diye yapılan şeyleri men eder yok ederse, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bütün sıfatlar bunlar gibidir.
Ahlâk-ı Zemîme (Kötü ahlâk): Dinîn ve aklın beğenmediği huylardır.
İmam-ı Rabbanî (ks) bu konuda şunları anlatmıştır:
İnsana dünyada ve âhirette zarar veren her şey, ahlâk-ı zemîmeden meydana gelmektedir. Zararların, kötülüklerin başı kötü huylu olmaktır. Ahlâk-ı zemîme Kalbi, Ruhu hasta eder. Hastalığın artması, kalbin, ruhun ölümüne sebep olur. En kötü huy, küfür yani imansızlıktır. Kendinde ahlâk-ı zemîme bulunan kimse, buna yakalanmasının sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeye, bunun zıddını yapmaya çalışmalıdır. Çünkü insanın alıştığı şeyden kurtulması zordur. Kötü şeyler nefse tatlı gelir.
Hazret (ks) edep hakkında şu menkıbeyi anlattı:
Meşhur şair Yusuf Nabi (ks): Hac yolculuğuna çıkmıştı. Kafilede devletin ileri gelen paşaları da bulunuyordu. Kafile hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber’i (sav) ziyaret aşkı Nabi’yi iyice sardı; öyle ki, vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyumadı. Kafile, gece yarısı Peygamber şehri Medine-i Münevvere’ye yaklaştı. Kafilede bulunan Eyüplü Rami Mehmet Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Resul-i Kibriya’nın (sav) beldesine girerken arkadaşlarında gördüğü bu manzara Nabi’ye hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı:
Sakın terk-i edepten, kuy-i mahbub-ı Hüdadır bu!
Nazargah-i ilahidir, Makam-ı Mustafa’dır bu.
Müraat-ı edep şartıyla gir Nabi bu dergâha,
Metaf-ı kudsiyadır, büsegah-ı enbiyadır bu.
Açıklaması şöyledir:
«Edebi terk etmekten sakın! Zira burası Muhammed Mustafa’nın (sav) beldesidir.
Burası, Hak Teâlâ’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa’nın (sav) makamıdır.
Ey Nabi, bu dergâha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma.
Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.»
Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nabi’ye dönerek:
Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? Diye sordu.
Yusuf Nabi: Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! Dedi.
Paşa: Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti. Nabi sustu, yola devam ettiler.
Kafile, sabah ezanına yakın, Resulallah Efendimizin (sav) mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minarelerinde müezzinler ezandan önce, Nabi’nin: “Sakın terk-i edepten.” beytiyle başlayan naatını okuyorlar. Nabi ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namaz kıldıktan sonra, hemen baş müezzinin yanına koştular.
Nabi, heyecanla Müezzine sordu:
Allah adına, peygamber aşkına söyle, siz ezandan önce okuduğunuz o beyitleri kimden, nerede ve nasıl öğrendiniz? Diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nabi ısrar ve rica etti.Bunun üzerine müezzin:
Resul-i Kibriya Efendimiz (sav), bu gece tüm müezzinlerin rüyasını şereflendirerek:
“Ümmetimden Nabi isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın!” buyurdu. Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi. Nabi, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamadı ağladı. Gözyaşları içinde müezzine tekrar:
O iki Cihanın Efendisi, gerçekten Nabi mi dedi, O benim ümmetimdendir mi buyurdu? Diye sordu.
Müezzin:
Evet, Nabi dedi, o benim ümmetimdendir, buyurdu, deyince, Nabi bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.
Nitekim Rasûlullâh Efendimiz (sav) :
"Kıyamet günü bana en yakın olanınız, huy ve ahlâk olarak en güzel olanınızdır." buyurmuşlardır."
Sadatlarımız bu hususta şöyle der:
"Bu manevî yolda terakki edenler, sırf namaz ve oruç gibi farz ibadetlerle bu yüceliğe ulaşmış değillerdir. Aksine bunları eksiksiz ve kusursuz bir şekilde ifa etmeye ilâveten, faziletli ameller ve davranışlarla yükselmişlerdir.
Hakikî edeb ve ahlâk kahramanı olanlar, peygamberler ve velilerdir. Bir de, bu zevatı takip etmesini bilenlerdir ki, onlar, yüce bir ahlâka sahip olma iradesini gösterirler. Ahlâkın esası, dinîn olgunluğundan ayrı bir şey değildir. Ahlâk, hayvanî vasıflardan kurtulup insanî meziyetlerle süslenmektir. Gerçekte Müslüman olmak da, İslâm ahlâkına sahip olmaktır.Ulvî güzellikleri, hâl ve davranışlara taşıyabilmektir.
Hâsılı akıl ve hikmet nazarı ile bakıldığında Kur'ân-ı Kerim’de en büyük ve esaslı yer tutan konunun edeb ve ahlâk olduğu görülür. Ondaki tarihî kıssalar dahi ahlâkı, yani davranış mükemmelliğini telkin maksadıyladır.
Hazret-i Mevlâna buyurur:
"Kalbim: " İman nedir?" diye aklıma sordu. Aklım da kalbimin kulağına: " İman edepden ibarettir." diye fısıldadı." "Onun için edepsiz kimseler, yalnız kendisine kötülük etmiş olmaz. O, belki edepsizliği yüzünden bütün dünyayı ateşe vermiş olur."
Hazret (ks) bu Sohbetinde: Abdurrahman Tağî (ks) Hz. nin bir menkıbesini anlattı:
Abdurrahman Tâgî (ks) Hz. hac etmek için müritleriyle yola çıkıyor kafilede halifesi Şeyh Fethullah Verkanisi Hz. de varmış. Medine-i Münevvere sınırına varınca, kubbeyi Hadra’yı (Yeşil kubbe, Peygamber Efendimizin (sav) kabri saadetlerini görünce sıtma tutuyor. Abdurrahman-i Tâgî (ks) Hz. titreyerek ben nasıl gideyim; Yüzüm karasıyla. Rasüllullah Efendimiz (sav) bana, “Ümmetim için ne yaptın” diye sorarsa ne cevap vereceğim.
Üç gün orada bekliyor. Üç gün sonra Medine sınırından içeriye giriyor. Ravzanın yanına varınca ziyaret edelim diyorlar. Abdurrahman Tâgî (ks) Hz. ben giremem diyor. Fethullah Verkanisi Hz. ile beraber cemaati ziyaret için Ravzaya gönderiyor. Kendisi Ravzanın dışında bir duvarın kenarında çöküp bekliyor.
Medineli kadınlar görüyorlar, Evliya olduğunu biliyorlar ve derhal minder yastık getiriyorlar. İstirahat etmesi için altına seriyorlar. Fethullah Verkanisi Hz. de ziyaretini bitirip cemaatle dışarı çıkıp Abdurrahman Tâgî Hazretlerine doğru gelirken Medineli kadınlar onları karşılayıp, utanmıyor musunuz yalnız başınıza girmeye, böyle bir pehlivanı önünüze alıp gitsenize diye onları azarlıyorlar ve Abdurrahman Tâgî Hz. üç gün orada bekliyor. Üç günün sonunda edep ve hayâ içinde “Bab’üs Selâm” (Selâm kapısından) içeri giriyor. “Esselâmü Aleyke ya Rasulullah” diye selâm veriyor. Fethullah Verkanisi Hz. ve cemaat şahit oluyorlar ki ve “Aleyküm selâm ya Evliyaullah” diye Rasulullah Efendimiz (sav) selâmı alıyor.